Kompakt Disk Blog

"Dinle, oku, gör: Müzik, kitap, film"

Cuma Şarkısı: Noisettes / Atticus

Hiç yorum yok
Uzun zamandır buraları ihmal ettiğimin farkındayım. İş, güç derken baktım da içerik girmeyeli epey olmuş. Güzel bir şarkıyla haftayı kapatalım.

Noisettes, Londra'dan çıkmış bir indie rock grubu. 3 Kişilik grubun, solisti olan Shingai Shoniwa, güzel sesi ve sahne performansıyla tüm enerjisini dinleyiciye aktarmayı başarıyor. Bugün 2009'da çıkardıkları şahane albüm Wild Young Hearts'dan bir şarkının canlı performansını paylaşıyorum. Az bilinen güzel şarkılardan.


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Cuma Şarkısı: Cibelle / London London

Hiç yorum yok
cibelle - Pesquisa Google


Cibelle, berrak ve yumuşacık sesiyle Brezilya'dan dünyaya hediye edilmiş duru bir ses. İsmi de bildiğimiz Sibel aslında. Tom Waits'in Green Grass şarkısını çok güzel yorumladığından beri dinlerim ve severim. Şarkıyı Devendra Banhart ile birlikte söylüyor. London London hem huzur veren hem de mutlu eden bir şarkı.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Geniş Açıdan Ünlü Albüm Kapakları

Hiç yorum yok
Teknoloji çağının hayatımıza getirdiği yeniliklerden, en çok etkilenenlerden biri de müzik sektörüdür. Geçen haftaki Pink Floyd yazımda, David Gilmour'un açıklamaları üzerine konudan detaylı bahsetmiştim.

Müzik artık dijital olarak tüketildiğinden, albüm satın almak yavaş yavaş tarihe karışıyor. İngiltere'den Dijital Yaratıcı bir ajans olan Aptitude duruma atıfta bulunan bir çalışma yapmış. Favori albüm kapaklarını detaylandırıp, geniş açıdan nasıl olurdu sorusunun cevabını aramışlar. Hem eğlenceli hem de oldukça yaratıcı bir iş olmuş.

1- THE BEATLES, ABBEY ROAD- 1969


2- NIRVANA, NEVERMIND - 1991


3- MICHAEL JACKSON, OFF THE WALL - 1979


4-BRUCE SPRINGSTEEN, BORN IN THE U.S.A. - 1984


5- BLUR, PARKLIFE - 1994


6- FATBOY SLIM, WHY TRY HARDER - 2006


7- ADELE, 19 - 2008


8- JUSTIN BIEBER, MY WORLD - 2010


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Çoluk Çocuk

Hiç yorum yok
"...yaşlıca bir çift önümüzde durup alenen bizi incelemeye başladı. Robert ilgi çekmekten hoşlanıyordu, heyecanla elimi sıktı. 'Hadi, fotoğraflarını çek,' dedi kadın, hayretler içindeki kocasına. 'Sanatçılar galiba.' 'Hadi canım,' dedi adam, omuz silkerek. 'Çoluk çocuk bunlar.'"

Kitabın ismine ilham kaynağı olan diyalog, punk dünyasına, 'Horses' gibi bir albüm kazandıran, güçlü kadın Patti Smith'in romanı Çoluk Çocuk(Just Kids)'tan. 2010 yılında yayınlanan roman, küçük bir kız çocuğundan; bir şaire, bir müzisyene, bir yazara, kısaca bir sanatçıya dönüşen, Patti Smith'in otobiyografik hikayesi. Smith'in tüm bu dönüşümlerini okurken, 60'lar ve 70'lerin Newyork'unda, müzik ve sanat dünyasının kalbine bir yolculuğa çıkıyoruz. 70'li yıllar biraz olsun ilginizi çekiyorsa, aynı zamanda rock/punk müzik seviyorsanız bu romanı okumalısınız. Patti Smith ve dönemin müzisyenlerini sevenlerin ise zevkle okuyacağı kesin.

Romanın ana kahramanlarından biri ise Smith'in tüm bu yolculuğu boyunca hep yanında olan, dönemine aşırı bulunan tarzıyla damgasını vuran fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe'dan başkası değil. Aynı hayallerle evlerini terk eden ve Newyork sokaklarında birbirlerini bulacak kadar şanslı olan iki çocuk, birbirlerine hemen bağlanırlar. 70'lerin vaat ettiği özgürlük ile yaratıcılıklarını fark eden ve sanata tutkuyla bağlı olan ikilinin amaçları aynıdır. Sanatçı olmak.

Bu fikir kulağa çok romantik gelse de paran yoksa yaşayamazsın. Bu gerçeği fark etmeleri uzun sürmeyecektir. Bir müddet parasızlık ve açlıkla mücadele etmek zorunda kalırlar. Fakat hiçbir zaman hayallerinden vazgeçmezler. Buldukları her fırsatı değerlendirip, kısıtlı da olsa boş zamanlarında çok çalışırlar. Eğer birbirlerini bulamamış olsalardı, bu kadar dayanabileceklerini düşünmek gerçekten zor. Bütün bu sefaleti yaşarken, hayallerine, sanata ve birbirlerine tutunarak, yavaş yavaş istedikleri noktaya gelmeyi başarıyorlar.

Bütün bunlar buz dağının görünen ve hoşa giden kısmı. Her beyazın bir siyahı olmalı ki yaşam döngüsü bozulmasın. Robert Mapplethorpe, Patti Smith ile olan beraberliğinden dolayı uzun süre erkeklere olan ilgisini saklamak zorunda kalmış ve yine parasız kaldıkları dönemlerde para karşılığı erkeklerle ilişkiye girmiştir. Smith, Mapplethorpe'u bu kimlik bunalımında ve kendini arayış sürecinde de yalnız bırakmaz. Aşk gibi başlayan ve hayat arkadaşlığına dönüşen ilişkilerinde sona doğru acı ağır basacaktır. Mapplethorpe, HIV virüsü kapmıştır. Smith, çok sevdiği ve beraber yürüdüğü Robert'ın ölümünü görecektir.

Kitap, sanata ve Beat kuşağı dönemine meraklı herkes için oldukça ilham verici. İnsanda yapmak istedikleri için harekete geçme isteği uyandırıyor. Patti Smith'in samimi anlatımı ve dili kitabı daha çok sevdiriyor. Sohbet havasında yaşadıklarını ve duygularını tüm içtenliğiyle kağıda dökmüş.

Bir süre Leonard Cohen'in Janis Joplin ile olan ilişkisini anlattığı Chelsea Hotel No 2 adlı ünlü şarkısında da adı geçen otelde kalırlar. Janis Joplin, Jimi Hendrix, Jim Morrison, Frank Zappa, Bob Dylan ve Andy Warhol gibi pek çok Beat Kuşağı ünlüsü Chelsea Hotel'de kaldığından, yolu Patti Smith ile kesişenler de kitapta yerlerini almışlardır. Kitabı okursanız, Patti Smith'in Horses albümünün kapağındaki fotoğrafın hikayesini de öğreneceksiniz.

Tüm bu yönleriyle de Çoluk Çocuk, dönemin içinde yaşamış birinden dinlediğimiz tarihsel bir doküman olma niteliği taşır. Dönemi dikkatli incelersek, elbette bu ünlülerden pek azı hayatta kalmayı başarabilmiştir. Eroin komaları, alkol zehirlenmeleri, HIV taşıyıcılığı gibi aşırılıklardan ortaya çıkan sorunlarla boğuşurlar. Bu açıdan bakınca çokta özendirici bir hayat yaşamadıklarını söyleyebiliriz. Hayatta kalmayı başaranlardan Patti Smith ise bize dönemin gerçekliğini tüm çıplaklığıyla yansıtır ve hikaye bir ağıta dönüşür. Ayrıca kitapta Robert Mapplethorpe ve Patti Smith'in pek çok fotoğrafı bulunmaktadır.

Bir duyuru: Artık yazılarım, güncel kültür-sanat ve edebiyat haberlerinin yer verildiği bir portal olan, dost site Eskimeyen Kitaplar'da da yayınlanacaktır.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Efsanenin Dönüşü: Pink Floyd / The Endless River

Hiç yorum yok
Pink Floyd'un yeni albüm duyurusunu buradan yapmıştım. O günden bu güne hiç geçmeyeceğini düşündüğümüz 4 ay geçmiş ve muhtemelen son Pink Floyd albümü olacak The Endless River bu cuma yani 7 Kasım 2014'te piyasaya çıkıyor. Gözümüz aydın.

Tabi bu zaman zarfında Pink Floyd albüm kayıtlarının bir kısmını yayınlayıp, heyecan seviyemizi yükseltmeyi de başardı. Aşağıdaki kaydın tamamını dinlemek için sabırsızlanıyorum doğrusu.


Tracklist şöyle;
Things Left Unsaid
It's What We Do
Ebb And Flow
Sum
Skins
Unsung
Anisina
The Lost Art Of Conversation
On Noodle Street
Night Light
Allons-y (1)
Autumn'68
Allons-y (2)
Talkin' Hawkin
Calling
Eyes To Pearls
Surfacing
Louder Than Words

Ayrıca albüm daha piyasaya çıkmadan yılın en çok ön sipariş alan albümü olmayı başarmış. Beklentimiz zirve yapmış durumda. Bu tutumun kaynağı David Gilmour'un 'Eskiden müzik bu kadar çabuk tüketilmezdi. Alınan albümler uzun süre dinlenirdi çünkü istenilen albümü bulmak için zaman ve emek harcanırdı.' açıklamasının etkisi var mıdır bilinmez.

Belki Gilmour müziğe zahmetsiz ulaşmak konusunda haklı. Bu sebeple müzik de diğer her şey gibi daha çabuk tüketiliyor. Fakat buna direnmenin manası yok. Bu devirde kimse illegal yöntemlerle film ve müzik elde edilmesini engelleyemez. Engellemeye çalışırsınız, teknoloji bu yeni duruma göre hemen evrilir. Bu durumda en doğrusu, çağın getirdiklerine direnmek yerine yeni çözümler üretmektir. Radiohead'in The King of Limbs albümü çıktığında yaptıkları sistem güzel bir örnek. 9$'lık bir ücret karşılığı albümün sitesinden mp3 format ile tüm şarkıları bilgisayarımıza indirebildik. Üstelik illa ben Plak/CD isterim diyenleri düşünüp böyle bir seçenek sundular. Eskiye dövünmek yerine yeni yöntemler denemek lazım. Biz istesek de istemesek de zaman değişiyor.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Amadeus: Tanrı'nın Sevgili Kulu

Hiç yorum yok
Salieri: Beni yalnız bırak.
Peder: Acı içindeki bir ruhu yalnız bırakamam.
Salieri: Kim olduğumu biliyor musun?
Peder: Hiç farketmez. Bütün insanlar Tanrı’nın gözünde eşittir.
Salieri: [Alay ederek eğilir] Eşitler mi?

Yukarıdaki diyalogda başı çeken isim 1750 - 1825 yıllarında yaşamış, İtalyan klasik müzik sanatçısı ve besteci Antonio Salieri. Avusturya Krallığına bağlı bir müzisyen. Mozart'ı zehirleyerek öldürdüğü iddia edilir. Fakat bununla ilgili net bir kanıt bulunamamıştır. Aslında o dönemde, Salieri ve Mozart'ın arasında tam olarak ne geçtiğini de bilemiyoruz. Müziğin dahi çocuğu Mozart, genç yaşta (35) hayatını kaybettiğinde, yazılan biyografilere, ilgi çekmesi için bazı eklemeler yapılmış. Sonrasında oluşan bilgi kirliliği günümüze kadar gelmiş.

Dolayısıyla bu film, "Based on the true story" değil de hem ölümü, hem mezarı şaibeli olan, Wolfgang 'Amedeus' Mozart'ın yaşanmış olması mümkün olan bir biyografisi diyebiliriz. Filmde, Mozart'ı, Salieri'nin gözünden izliyoruz. Daha doğrusu Salieri'nin Mozart takıntısını, hayranlığını ve nefretini izliyoruz. Bu durum bir nevi Salieri biyografisi olarak algılanmasına da sebep olmuş ve hemen arkasından filmin isminin neden Amadeus olduğu eleştirileri gelmiş. Amadeus 'Tanrının sevgilisi, Tanrı'nın sevdiği kul' anlanıma gelen Latince bir kelime. Mozart'ın müzik yeteneklerinden dolayı kendisine bu isim sonradan verilmiştir. Salieri'nin de eleştirdiği nokta budur. Aslında dünya adaletsiz bir yerdir. Kimi insanların çok çalışarak elde etmeye çalıştığı bilgi, beceri seviyesi, kimi insanlar için hiç çaba gerektirmez. Yaptığı bestelerinin kopyasını bile yapmaya gerek duymayan, duyduğu şarkıları tek seferde ezberleyip üstüne nota hatalarını düzelterek çalabilen Mozart ilk gruptan. Salieri ise pek çok insan gibi ikinci gruptan. Çok çalışkan, disiplinli, dikkatli, hırslı ve müzik aşkıyla yanıp tutuşmakta. Ona göre tam da olması gerektiği gibi. Salieri'nin derdinin Mozart ile olduğunu düşünürsek Amadeus filmin ismi için en doğru seçim.


Filme giriş yapmadan önce belirteyim, filmi dün 2. kez izledim. Olası bir gelecekte tekrar izleyeceğime de eminim. Bana göre bir film nasıl olmalının cevabı 'Amadeus'. Açılış sahnesinden, kapanış sahnesine kadar dolu dolu bir 3 saat. Klasik müziğe doyacağınız, Mozart'ın kahkahalarına eşlik edeceğiniz, aşk ve nefret arasındaki o ince çizgiyi sorgulayacağınız bir 3 saat. Yönetmen Milos Forman. Yine çok sevdiğim filmlerden olan One Flew Over the Cuckoo's Nest (Guguk Kuşu) ve Man on the Moon (Aydaki Adam) filmlerini de yönetmiştir. Ve tüm bu filmlerden bolca Oscar, Golden Globe ödülü kazanmıştır. Başrollerde ise F. Murray Abraham (Salieri) ve Tom Hulce (Mozart) var.

Hikaye anlatıcımız Salieri olduğu için film onun yaşlılığı ile başlar. Mozart'ı öldürdüğü için vicdan azabı çekmektedir ve kendisini de öldürmeye çalışır. Henüz küçük bir çocukken Tanrı'yla anlaşma yapmıştır. Tek istediği müziğiyle anılmak, çok sevilmek ve yıllar sonra bile unutulmamaktır. Tıpkı Mozart gibi. Bunun karşılığında Tanrı'ya bekaretini saklamayı vaat eder. Tanrı, çekmesi gereken vicdan azabını yeterli görmemiş olacak ki, kendisini öldüremez. İşte bu inanılmaz acıyı F. Murray Abraham'ın oyunculuğundan çok net anlayabiliyoruz. Yaptığı anlaşmayı bozan, onun yerine Mozart'ı ve onun müziğini dünyaya tanıtması için seçen Tanrı, şimdi de onu öldürmeyerek cezalandırmaya devam eder.


İntihar teşebbüsünden dolayı gittiği akıl hastanesinde, yukarıdaki diyaloğun taraflarından biri olan pedere tüm hikayeyi anlatmaya başlar. Burada bir es verirsek Milos Forman'ın Guguk Kuşu'ndaki etkileyici akıl hastanesi sahnelerini bu filmde de görebiliyoruz. Adamın delilere karşı bir hassasiyeti var.

Salieri, Mozart'ın çocukluğundan beri çeşitli krallıklarda çaldığından haberdardır ve müziğine hayrandır. Fakat onu daha önce hiç görmemiştir. Nasıl bir adamdır bu hayranlığı beslediği kişi ve bu hayranlığı hak ediyor mudur? Bir gün Viyana Kraliyet Sarayı'na gelen Mozart'ı kalabalık arasından, gözlemleyerek tanımaya çalışır. Bir şekilde, korkunç kahkahası ile bir kadınla oynaşan adamı izlemeye başlar. İçeriden müziğin sesini duyan Mozart 'Benim müziğim, bensiz başladılar' telaşıyla oradan ayrılır. Ve bingo! İşte ilk hayal kırıklığı. Bu küstah adam, Salieri'nin onun gelişi için bestelediği müziği de tek dinleyişte çalmış ve eklemeler yaparak güzelleştirmiştir. Mozart, Salieri'nin zıt karekteridir. Havai, uçuk kaçık, kadın düşkünü, içki içen, eğlenmeyi seven ve parasını asla kontrol edemeyen. Ve Tanrı, müziğini duyurmak için bu adamı seçmiştir. Neden? Eğer kendisi müziğiyle sevilmeyecekse, neden bu bitmek tükenmek bilmeyen müzik aşkı ile yaratılmıştır. Kıskançlık, haset gibi duyguların insana neler yaptırabileceği malum. Bu duygunun insanın içine yerleşmesi ise an meselesi. İşte o an Salieri, hayran olduğu bu adamdan nefret etmeye başlar. Şu soru her şeyi özetliyor: Tanrım, neden bu adama bu yeteneği verdin ve neden bana sadece onun yeteneğini anlayabilecek bilgi verdin?

Bu arada, yukarıda bahsettiğim 'Mozart'ı tanımaya çalışmak' bize çok uzak bir kavram olarak tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı. Bu devirde biri ünlü olacak ve onu tanımayacağız. Bu imkansız.


Mozart'ın tutarsız davranışları Salieri'nin en büyük yardımcısı olacaktır. Verdiği konserlerden epeyce para kazanmış olmasına rağmen yine de parasızdır. Hesabını bilmez, tabiri caizse har vurup harman savurur. Bu bilgiler Mozart'ın bilinen hayatı ile örtüşüyor. Döneminde pek çok insandan çok kazanmış fakat hep parasız kalmış, herkesten borç istemiştir. Yine zor durumda iken, öğrencilere ders vermek ister. Salieri'den yardım ister ve umduğu gibi yardım alacağının sözünü alır. Fakat Salieri'nin Mozart'a yardım etmek gibi bir niyeti hiç olmamıştır. Mozart ise bunu hiç fark edemeyecek kadar çocuktur. Mozart'ın genç kızları taciz ettiğine dair söylentiler yayar. Bu söylentiler işe yarayacaktır ve Mozart'ın çocuklarına ders vermesini kimse istemeyecektir. Hatta yazdığı operaların sahnelenmemesi için de elinden geleni yapar Salieri. Özellikle Mozart'ın karısı iş istemek için gittiğinde, bir kadına yapılabilecek en büyük kötülüğü yapmış, yardımı karşılığında gece odasına davet etmiş ve birlikte olmamıştır. Hem Tanrı'ya verdiği sözü tutmuş hem de Mozart'dan intikam almıştır.


Film 3 saat olunca anlatacak çok şey oluyor. Sanırım artık, film içeriğini burada kesmeliyim. Kısaca bahsetmek gerekirse, hepimizin bildiği Türk Marşı'nın bestelenme süresi ve yine Türkleri anlatan 'Saraydan Kız Kaçırma' operasından da sahneler izliyoruz. Ayrıca Mozart'ın son bestelerinden, ünlü Ölüm Ayini(Requim)'ninde bestelenme sürecine tanıklık ediyoruz. Hikayenin doğruluğu hakkında bir bilgi yok. Fakat Mozart'ın bu besteyi kendi ölümünü düşünerek yaptığını söyleyenler var. Requim'i bestelerken Mozart, içten içe ölümü çağırır. Mozart'ı müzik dünyasına kazandıran babası Leopold'da filmde kısa da olsa bulunmakta. Gerçek hayatta babası Mozart'ın en değer verdiği kişidir ve birlikte pek çok ülke dolaşmışlardır. Filmi Salieri'nin anılarından izlediğimiz için bu detaylar elbette filmde yok.

Bir yandan da Mozart'a üzülmekten kendinizi alamıyorsunuz. Evlilik, para ve şöhreti kaldıramayan, sorunlarıyla yüzleşemeyen dahi bir çocuk. Hayat onun gözünde içinde mükemmel müziğinin olduğu bir oyun bahçesi.

Sanırım ben bu filmi, aşk ve nefreti bir arada anlattığı için seviyorum. İnsan psikolojisini, bir amaç için yapılanları ve yapılanların olası sonuçlarını gösterdiği için de seviyorum. Klasik müziğe doyacağımız sahneler de hikayenin olmazsa olmazı. Ayrıca film 1984 tarihli olmasına rağmen, ilk izlediğimde filmin tarihine bakıp yuh dediğimi de hatırlıyorum. Görüntü kalitesi, sahneler, oyunculuklar hepsi muazzam.

İyi seyirler.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Cuma Şarkısı: Kovacs / My Love

Hiç yorum yok
Bugün, çok sevdiğim bir arkadaşımın paylaşması sonrasında haberdar olduğum yepyeni bir şarkı paylaşacağım.

Yepyeni diye havalı giriş yaptım ama o kadar da yeni değil. My Love adlı EP'sini Şubat 2014'te yayınlamış Kovacs, tam adıyla Sharon Kovacs. Facebook hesabından bakınca 90'lı olduğunu gördüğümüz bu inanılmaz ses, geleceğin divası olmaya aday. Hem çok güçlü, hem de farklı bir sese sahip olan Kovacs, My love isimli güzel şarkısıyla Hollanda'dan dünya müzik piyasasına giriş yapmış. Hoş gelmiş, dinledik ve çok sevdik.

My Love, her şeyiyle (video, ses, tarz, müzik) çok başarılı olmasına rağmen, neden Youtube'da bu kadar az izlendiğini de merak ettim doğrusu.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Çocuk Büyütme Rehberi: No se Aceptan Devoluciones

Hiç yorum yok
10 dolarlık taksi parası hayatınızın en iyi yatırımı olarak sonuçlanabilir.

Hayat, bizim hazır olup olmamanızı pek umursamaz. Her an karşımıza, beklediğimiz sürprizlerle çıkabilir. Bir bakmışız, hiç yapmayacağımızı düşündüğümüz şeyleri yapıyoruz. Çocuk sahibi olmak da bu sınıfa giren ve cesaret isteyen bir karar. Tabi karar vermek ve istemek de bizi bu zorlu ve bolca fedakarlık gerektiren sürece hazırlamaz. Kadınların hamilelikten dolayı geçirdikleri süre elbette erkeklere nazaran bir avantajdır. Erkekler ise ancak doğum sonrası, hazır olsun ya da olmasın artık baba olmak zorunda kalırlar.

No se Aceptan Devoluciones, 2014 yapımı bir Meksika filmi. Hatta 2014'ün en çok izlenen bağımsız filmi.

Valentine, ilginç bir çocukluk geçirmiş ve bir sürü korkusu olan bir adam. Babası Johnny Bravo, kendisi gibi korkusuz olması için Valentine'i çocukken epey zorlamış. Bilenler bilir, Johnny Bravo bir çizgi film karakteri. Kaslı, güçlü ve korkusuz. Babasının gerçek adı mı Johnny Bravo, yoksa özelliklerinden dolayı mı bu lakap takıldı bilmiyorum. Filmde öyle bir detay varsa kaçırmışım. Fakat Meksikalı bir adamın adının Johnny Bravo olması şu an çok mantıksız geldi.

Konumuza dönersek, Valentine'in nasıl bir çocukluk geçirdiğini anlamak için Johnny Bravo karakterini inceleyelim. Meksika'nın Acapulco şehrinde yaşayan Bravo, La Quebrada adlı meşhur bir yerden denize atlıyor. Araştırınca öğrendim ki, bu bölgede her sene denize atlayışlar düzenleniyor ve turistler de büyük ilgi gösteriyor. Tabi bu tepeden 7 yaşında bir çocuğu sırf korkusuz olsun diye atmak ne kadar mantıklı? İşte Valentine, yaklaşık 50m'lik bu yükseklikten babası tarafından atılıyor.



Büyüdüğünde ise Valentine, etrafında bolca kadının olduğu bir hayat kuruyor kendine. Günlük yaşıyor, aile olmak gibi bir derdi yok. Aslında yaşayamadığı çocukluğunu yaşıyor. Şımarık, istikrarsız.

Ve bir gün, kapı çalıyor. Kapıda Julie adında sarışın bir kadın ve kucağında Maggie adında bir bebek. Sonrasını tahmin etmesi zor değil. Bebeği Valentine'e veriyor, bu senin bebeğin diyor. Taksi parasını da alıp kaçıyor. Valentine için bu durum tam bir kaos. Ne yapacağını bilemediği için Julie'yi takip ediyor. Fakat Julie ülkede değiştiriyor, yani Amerika'ya gidiyor. Valentine bu durumda vazgeçiyor mu? Hayır. Yürüyerek Amerika'ya gitmeye çalışıyor.

Bir tesadüf eseri, Valentine Amerika'da dublörlük yapmaya başlıyor. Yani yüksek yerlerden atlıyor, ateşle oynuyor, duvara çarpıyor. Tüm bunları yaparken ödü patlasa da hepsi Maggie için. Sonrasında artık Maggie ve Valentine bir ekip oluyor. İnsanı kız çocuğu sahibi olmaya özendiren sahneler izliyoruz. Maggie, babasını -tıpkı Valentine'in kendi babasını korkusuz görmesi gibi- korkusuz zannediyor. Sığ, umursamaz bir adamken hassas, duyarlı ve düşünceli bir adama dönüşüyor Valentine, aslında baba oluyor.



Ben filmi çok beğendim. Hatta sonra üstünde düşündüm. Evet klişe bir konu, çok defalar izlediğimiz bir senaryo. Beğenmemde ki en büyük etken samimiyetti sanırım. Oyuncular çok doğal. Komedi/dram türünü çok iyi harmanlamış. Hiçbir sahnesi abartı gelmedi. Son bölümleri daha can sıkıcı olabilir. Can sıkıcı derken, aslında film komedi filmi gibi başlıyor, dram filmi gibi bitiyor. Özellikle filmin sonu çok çarpıcı. Hayatımızda anlamsız gelen, olmasaydı da olurdu dediğimiz o kadar çok şey var ki. Fakat bu yaşanmışlıkların hep bir adım ilerisi var. Belki yıllar sonra anlamlandıracağız. Ama yaşamamız gereken bir şey varsa, hoşumuza gitsin ya da gitmesin yaşamalıyız.

Gerçekten güzel bir film olmuş No se Aceptan Devoluciones.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

The Commitments / Bring It On Home To Me

Hiç yorum yok

Bugün Nostalji günü. The Commitments yorumuyla, 1962 tarihli nefis bir Sam Cooke şarkısını paylaşıyorum. Bring It On Home To Me.

The Commitments ise 1991 tarihli bir Alan Parker filmi. Dublin'de geçen ve bir grup beyazın siyah müziği yapmasını anlatan oldukça eğlenceli bir film. Soul yapan 10 kişilik, beyaz bir grup ne kadar anlaşırsa, onlarda o kadar anlaşabiliyorlar. Bize de bu grup içi çekişmeleri izleyip eğlenmek ve güzel müzikler dinlemek kalıyor.

The Commitments, filmden sonrada müzik hayatına devam etmeye çalışmış ama muvaffak olamamıştır. Daha doğrusu, müzik hayatları bu filmle başlamış ve bu filmle bitmiştir. Filmle aynı isimde kurdukları The Commitments, kurgudan gerçeğe geçiş yapar ve bahsi geçen 10 kişi, klasikleşen bir soundtrack albümünü geride bırakırak dağılır. Sonradan kalan bir kaç kişiyle yollarına devam etmeye çalışsalar da başarılı olamazlar. Mustang Sally bu albümün en bilinen şarkısıdır.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Cuma Şarkısı: Arcade Fire / Reflektor

Hiç yorum yok
Bugün seçtiğim şarkı Kanadalı grup Arcade Fire'dan. Grupla tanışıklığım 2010 yılında çıkan The Suburbs adlı harika albümü keşfetmem ile başladı. 2004 yılından itibaren 4 stüdyo albümü çıkaran grup her geçen gün müzik kalitesini artırmakta. 2013'te yayınlanan son albümleri Reflektor'ün her şarkısı keyifle dinleniyor.

Reflektor aynı adlı albümün çıkış şarkısı. David Bowie şarkılarını andırıyor, bu yüzden daha çok seviyorum bu şarkıyı. Ayrıca şarkı kadar güzel bir videoya sahip.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

İzlediğim En Komik 50 Film

Hiç yorum yok

Komedi filmleri genelde küçümsenir, kimsenin en favori filmleri arasına girmez. Benim içinse komedi filmleri vazgeçilmez. İyi mizah insanı mutlu eder ve eğlendirir. Son dönemlerde istediğim tarzda komedi filmi bulamaz oldum. Googlelayıp bulduğum tüm zamanların en iyi komedi filmleri listelerinden güzel örnekler de izledim. Fakat bu listelerde hep üst sıralarda olan ve neredeyse hiç gülmediğim Caddyshack gibi filmler yüzünden bu listeyi yapıyorum. Mizah biraz da kültürle alakalı olduğundan, içinde Chevy Chase olsa da -ki gerçekten komik filmleri vardır- golf temalı bir film bize pek komik gelmeyebilir.

Benim gibi bu sıkıntıyı yaşayanlara faydalı olması için bir liste hazırlamaya karar verdim.

1. Safety Last (1923, Harold Lloyd)
Safety Last, benim izlediğim en komik film. 1923'te çekildiğini ve herhangi bir diyalog içermediğini göz önünde bulundurursak harika bir klasik. Çekim teknikleri ile zamanının önüne geçmiştir elbette ama asıl espriler ve detaylar muhteşem ve gerçekten kaliteli. Yaklaşık bir saatlik süre kahkahalar ile geçer, farkında olmazsınız.

2. Party (1968, Blake Edwards, Peter Sellers)
Peter Sellers bence efsane bir oyuncu. Yönetmen Blake Edwars ile harika işlere imza atmış. Party en çok güldüğüm film olabilir. Yanlış anlaşılmalar, kontrolden çıkan olaylar, sakarlıklar... Peter Sellers'ın Hrundi V. Bakshi adında bir Hintliyi canlandırması bile gülmek için yeterli.Filmin konusu kısaca: Hrundi V. Bakshi geleneklerine bağlı bir Hintli olarak, bir yanlış anlaşılma sonucu modern ve zengin insanların olduğu bir partiye katılır.

3. Monty Python and the Holy Grail (1975, Terry Gilliam, Terry Jones)
Monty Python ekibinin en sevdiğim filmi Holy Grail. Bu ekip keşke daha fazla film çekip ayrılsaymış. İngilizler mizah anlayışıyla ünlüdür. Kendi tarihleriyle dalga geçerek, baştan sona acayip saçma bir film. Hikaye şöyle; Kral Arthur ve yuvarlak masa şövalyeleri kutsal kaseyi bulmak için yola çıkar. Bu filmde mantık aramayın, sadece eğlenmenize bakın.


4. Kapıcılar Kralı (1976, Kemal Sunal, Zeki Ökten, Umur Bugay)
Kemal Sunal filmleri kendi arasında başlı başına listelenebilir. En sevdiğim Kemal Sunal filmi ise Kapıcılar Kralı'dır. Türkiye'nin en uzun soluklu dizisi Bizimkiler'in de ilhan kaynağıdır. Hem komiktir hem de epey siyasi. Kapıcılar Kralı'nda Türkiye'nin 70'li yıllardaki toplum yapısı gözlemlenebilir. En üst katta dolandırıcı kiracılar ve soymayı hayal ettikleri tefeci zengin adam, 4. katta apartmanın yönetimini ele geçiren albay ve müdür, 3. katta dedikoducu makbule ve Almancı Nuri, 2. katta kılıbık Fehmi ve sarhoş, 1. katta ise memur ve doktor oturmaktadır. En altta ise meşhur kapıcımız Seyit. Bu sıralamada kendine bir yer edinmek zorundadır, yoksa hep ezilecektir.

5. The Blues Brothers (1980, Dan Aykroyd, John Belushi)
80'li yılların kara mizah soslu efsane blues müzikali. Yaklaşık 2,5 saatlik bir süreye sahip olmasına rağmen bunu hissettirmeyen akıp giden bir film. Tanrı'nın verdiği görevi yerine getirmeye çalışan iki blues müzisyeninin hikayesini izliyoruz. Açılış sahnesi yaklaşan absürt mizahın habercisi. Polis arabasıyla hapishaneden arkadaşını almaya giden siyah takım elbiseli ve fötr şapkalı bir müzisyen.

6. The Pink Panther Series (1963, Blake Edwards, Peter Sellers)
Pempe Panther serisini arada özler ve izlerim. Çok da severim. Hakkında çok yazdım bu bu ikilinin. O yüzden kısa kesiyorum. Amaç listeye almaktı.

7. The Meaning of Life (1983, Terry Gilliam, John Cleese)
The Meaning of Life da bir Monty Python filmi. Holy Grail için yazdığım kriterler bu film için de geçerli. Çok saçma ama çok komik. Hikeye doğumdan başlıyor, çocukluk, öğrencilik, askerlik, evlilik gibi yaşamlarımızın olmazsa olmazlarını irdeliyor. Hayatın anlamını bir de Monty Python ekibinin bakış açısından izleyin.


8. Life of Brian (1979, Terry Gilliam, John Cleese)
Bir Monty Python filmi daha ekliyorum ve bu sonuncusu :) Kabul bu üç filmi ve mizah anlayışlarını çok seviyorum. Life of Brian'da ne anlatılıyor derseniz kısaca Hıristiyanlık derim. Brian da tahmin edebileceğiniz üzere seçilmiş kişi. İngiliz mizahıyla anlatılan bir Mesih hikayesi. Tabi ki çok komik.

9. The Jerk (1979, Steve Martin, Carl Reiner)
Steve Martin'in bence en komik filmi. Filmde Navin adında bir geri zekalıyı canlandırır. Mississippili siyahi bir ailenin evlatlık çocuğu olarak büyümüştür ve beyaz olduğunun farkında değildir. 18 yaşına gelince dünyayı keşfetmek için evden ayrılır. Bu arada 18 yaşındaki hali, bildiğimiz Steve Martin'in beyaz saçlı hali.

10. Tais-toi! (2003, Francis Veber, Gérard Depardieu, Jean Reno)
Tais-toi! ülkemizde 'Dost musun, düşman mı?' adıyla gösterilen bir fransız filmi. Francis Veber'in hem yazıp hem de yönettiği bu film gerçekten çok komik. Jean Reno ve Gérard Depardieu'nun karakterleri ve oyunculukları muazzam. Aslında, birbiriyle hiç alakası olmayan iki insanın yollarının kesişmesi gibi klişe bir konudan yola çıkan basit bir senaryo var ortada. Depardieu, bildiğimiz aptalı oynuyor ama dost canlısı ve epey geveze. Reno ise tam tersi hiç konuşmayan, yalnız takılan bir karakter. Fakat diyaloglar efsane. Gönül rahatlığıyla bol kahkaha vaat edebilirim.

11. Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (1964, Stanley Kubrick, Peter Sellers)
Kısaca savaş komedisi. Kara mizah da diyebiliriz. Peter Sellers 3 rolde birden oynamakta. Diyalogların ve karakterlerin oldukça komik olduğu bir Stanley Kubrick filmi.

12. Dumb&Dumber (1994, Jim Carrey, Jeff Daniels)
Jim Carrey komik bir adam, eminim herkes hakkını verir. Dumb&Dumber ise en komik filmidir. Salak ve Avanak arkadaşların buldukları bir çantayı sahibine geri iade etmek için çıktıkları uzun bir yol ve başlarına gelenler. Dumb&Dumber To yolda. Bakalım ilki kadar komik olabilecek mi? Devam filmlerinin makus kaderini mi paylaşacak? Kafamda deli sorular ama ümitliyim. Türkiye gösterim tarihi 14 Kasım.


13. Superbad (1994, Michael Cera, Jonah Hill, Seth Rogen)
Bu filme acayip bir ön yargıyla başladım. Sonrasında ise acayip eğlendim. Klasik Amerikan liseli komedisi aslında. Yine bir yerlerde parti, kızlar ve bekaret muhabbeti var. Bu tarz filmlerden çok hoşlanmadığım doğrudur. Hepsi aynı geliyor. Superbad ise bu tarzın en iyi örneği olabilir.

14. Bowfinger (1999, Frank Oz, Steve Martin, Eddie Murphy)
Steve Martin listemdeki 2. filmi olan Bowfinger'da bir yapımcı. Elbette parasız ve oldukça itibarsız. Yeni filminde Murphy'nin canlandırdığı Kit Ramsey adındaki ünlü oyuncuyu oynatmak istiyor. Mümkün olmadığını anlayınca da dahiyane bir çözüm buluyor ve uygulamaya başlıyor. Sonrası bol kahkaha.

15. Ko to tamo peva (1980, Slobodan Sijan)
Bu filme ilgili yakın zamanda uzun bir yazı yazdım. Buradan okuyabilirsiniz.

16. Le dîner de cons (1998, Francis Veber)
Listedeki bir diğer Francis Veber filmi. Salaklar Sofrası olarak çevrilmiştir. Hikaye, bir grup kibirli zenginin, kendilerine eğlence çıkartmak amacıyla haftanın bir günü masalarında bir salağı ağırlaması üzerine kurulmuştur. Salaklar özenle seçilmiş tabi. Oldukça eğlenceli bir film.


17. The Mouse That Roared (1959, Peter Sellers)
Peter Sellers'ın yine 3 rolde birden oynadığı pek bilinmeyen güzide bir filmi daha. Hikayesi ise şöyle; küçük bir ülkenin ABD'ye savaş açması. Evet günümüzde bu pek mümkün görünmüyor ama yapılsa herhalde ortaya böyle komik bir hikaye çıkar.

18. Anger Management (2003, Peter Segal, Jack Nicholson, Adam Sandler)
Steve Martin listemdeki 2. filmi olan Bowfinger'da bir yapımcı. Elbette parasız ve oldukça itibarsız. Yeni filminde Murphy'nin canlandırdığı Kit Ramsey adındaki ünlü oyuncuyu oynatmak istiyor. Mümkün olmadığını anlayınca da dahiyane bir çözüm buluyor ve uygulamaya başlıyor. Sonrası bol kahkaha.

19. Me, Myself & Irene (1959, Jim Carrey, Renée Zellweger)
Jim Carrey'nin bir şizofreni canlandırdığı oldukça komik bir film. İnce espriler ve detaylarla süslü. Charlie'nin başarılı ve çok zeki siyahi çocukları, hep ezildiği için Hank'e dönüşümü, Hank ve Charlie'nin kavga sahnesi filmden akılda kalanlar.

20. Office Space (1999, Mike Judge)
Bu filmde herkes iş yaşamına dair bir şeyler bulacaktır. Sıkışık trafik sahnesi ile açılan film, daha ilk dakikalarda güldürmeye başlar. Ofiste olabilecek tüm karakterler filmde canlandırılmıştır. Bir printer parçalama sahnesi vardır ki efsanedir, benim gibi ofis çalışanlarını özendirebilir.


Kalan 30 filmi de liste halinde ekliyorum. Hepsinde güldüğüm ve eğlendiğim için bu filmler bu listeye girmiştir. İçinde illa ki sizin mizah anlayışınıza uygun filmler vardır.

    20. Kind Hearts and Coronets (1949, Robert Hamer)
    21. Planes, Trains & Automobiles (1987, Steve Martin, John Candy)
    22. The Big Lebowski (1998, Ethan Coen, Joel Coen, Jeff Bridges)
    23. Tosun Paşa (1976, Kemal Sunal, şener Şen, Adile Nasit)
    24. Bean (1997, Rowan Atkinson, Peter MacNicol)
    25. Kingpin (1996, Woody Harrelson, Randy Quaid, Bill Murray)
    26. The Incredible Burt Wonderstone (2013, Steve Carell, Luke Vanek, Steve Buscemi, Jim Carrey)
    27. Talladega Nights: The Ballad of Ricky Bobby (2006, Will Ferrell, John C. Reilly)
    28. Vacation (1983, Chevy Chase)
    29. Hot Fuzz (2007, Edgar Wright, Simon Pegg, Nick Frost)
    30. Groundhog Day (1993, Bill Murray, Andie MacDowell)
    31. Team America: World Police (2004-Animasyon, Trey Parker, Matt Stone)
    31. Death at a Funeral (2007, Frank Oz)
    33. Shaun of the Dead (2004, Edgar Wright, Simon Pegg, Nick Frost)
    34. Tommy Boy (1995, Chris Farley, David Spade)
    35. The Bucket List (2007, Jack Nicholson, Morgan Freeman)
    36. 50 First Dates (2004, Adam Sandler, Drew Barrymore, Rob Schneider)
    37. Semi-Pro (2008, Will Ferrell, Woody Harrelso)
    38. Köyden İndim Şehire (1974, Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe)
    39. Tucker & Dale vs. Evil (2010, Tyler Labine, Alan Tudyk)
    40. The World's End (2013, Edgar Wright, Simon Pegg, Nick Frost)
    41. Sakar Şakir (1977, Kemal Sunal, Ünal Gürel, Adile Nasit)
    42. Paul (2011, Edgar Wright, Simon Pegg, Nick Frost)
    43. Last Vegas (2013, Robert De Niro, Michael Douglas, Morgan Freeman)
    44. It's a Mad, Mad, Mad, Mad World (1963, Stanley Kramer)
    45. Mousehunt (1997, Gore Verbinski)
    46. Rat Race (2001, Breckin Meyer, Amy Smart, Whoopi Goldberg)
    47. Four Lions (2010, Christopher Morris)
    48. In Bruges (2008, Colin Farrell, Brendan Gleeson)
    49. Deuce Bigalow: Male Gigolo (1999, Rob Schneider)
    50. Harold & Kumar Go to White Castle (2004, John Cho, Kal Penn)

İyi seyirler.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Cuma Şarkısı Morrissey'den Let Me Kiss You

2 yorum
Morrissey, gerçekten müthiş bir sese sahip. Üstüne bir de enfes şarkılar yazıyor. Uzun süre dinlenilmediğinde özleniyor.

Bugün için sonbahar mevsimine yakışan, hüzünlü ve çok sevdiğim bir şarkısını seçtim. Sözler Morrissey ve Alain Whyte'a aitç Moz'un 2004'te yayınlanan albümü You Are the Quarry'den Let Me Kiss You.

Ayrıca, Morrissey'in Ekim ayında tekrar İstanbul'a geleceği söylentileri dolaşmakta. Bugüne kadar kendisini canlı dinlemeye gidemedim. Bu sefer olacak gibi =)

2 yorum :

Yorum Gönder

Miyazaki ile Rüzgar Yükseliyor: Jirô Horikoshi vs Vecihi Hürkuş

Hiç yorum yok
Rüzgar Yükseliyor (Kaze tachinu) Japon anime ustası Hayao Miyazaki'nin 2013 yapımı son filmi. Venedik Film Festivali'nde, Miyazaki'nin birlikte çalıştığı Studio Ghibli'nin başkanı tarafından yapılan açıklama doğruysa eğer -ki öyle görünüyor- Rüzgar Yükseliyor, Miyazaki'nin gerçekten son filmi. 72 yaşındaki usta son ve en gerçekçi projesiyle emekliye ayrılıyor.

Miyazaki'nin daha önceki filmlerinden yola çıkarsak, eşsiz bir hayal gücü ve nevi şahsına münhasır karakterleri gelir aklımıza. Yürüyen şatolar, ruhlar, ejderhalar gibi doğaüstü hikayeler vardır filmlerinde. Rüzgar Yükseliyor'u geçmiş filmlerinden ayıran en temel nokta, filmin Jirô Horikoshi'nin gerçek hayat hikayesinden yola çıkan biyografik bir film olması. Bu açıdan bakıldığında ortaya pek öyle fantastik bir hikaye çıkmamış. Hal böyle olunca, I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı, Nazizm, deprem, savaş gibi olguları içinde barındıran buz gibi bir gerçeklik çıkıyor karşımıza.


Kahramanımız Jirô Horikoshi uçaklara ve uçmaya oldukça meraklı bir çocuk olarak karşımıza çıkıyor. Miyop olduğu için asla pilot olamayacağı gerçeğiyle yüzleşip, uçak tutkusundan vazgeçemeyeceğini anladığında, uçak tasarlamak fikrine tutunuyor. 20. yüzyılın başlarında geçen hikayede, dönemin ünlü İtalyan uçak mühendisi Giovanni Battista Caproni, Jirô için ilham kaynağı. Öyle ki, rüyalarında Caproni ile buluşan Jirô, hayran olduğu adamla bulutların üstünde çıkar, uçakların kanatlarında yürür. Henüz filmin başında geçen bu rüya sahneleri, Miyazaki'nin tarzına en uygun sahneler olarak dikkat çekiyor. Sanki birazdan göreceğimiz o saf gerçekliğe hazırlıyor bizi.

Jirô, uçak tasarımı yapma yolunda yavaş ama emin adımlarla ilerlerken, yaptığı tren yolculuğu sırasında, 1923 yılında gerçekleşen büyük Kanto depremini yaşar. Deprem sahnesi öyle güzel yapılmış ki, çizgi de olsa epey etkiliyor. Hemen akabinde gelen yangınlar ve diğer felaketlerle birlikte filmin seyri de bir anda değişiyor. Tabi ki bu sahneler izleyicinin beklentilerini de değiştiriyor. Benim gibi film hakkında bir bilgi sahibi olmadan izliyorsanız ve fantastik ve eğlenceli bir hikaye izlemek amacıyla ekran karşına geçmişseniz titreyip kendinize gelmek zorundasınız. En azından filmin bir hayal ürünü değil de biyografi olduğunu düşünmeye başlayabilirsiniz. Eğer artan dramın dozuna ve biyografi fikrine alıştıysanız filme devam edebilirsiniz. Zira sonrasında çağın vebası verem, II. Dünya Savaşı öncesi dönemde, modernleşmeye ve kalkınmaya çalışan bir halk izleyecekseniz. Bütün bu olumsuz yanların yanında büyük de bir aşk hikayesi var. Jirô ve Kayo'nun aşkı.


Film sonrası araştırmamdan öğreniyorum ki Jirô Horikoshi, II. Dünya Savaşında Pearl Harbor baskınında kullanılan Mitsubishi A6M Zero modeli uçağın yaratıcısı. Bu kadar iyi yürekli bir adamın tutkusunun sonrasında nelere yol açabileceğini gösteren gerçeklik.

Özetle, Miyazaki sevenleri hayal kırıklığına uğratabilecek bir film olmuş Rüzgar Yükseliyor. Fakat bütün bu olumsuz etkiye rağmen benim için de sürpriz olan bu filmi sevdim. Büyük tutkuları olan insanlara olan saygımın bunda etkisi çoktur, tabi Miyazaki sevgimin de.


Şimdiki bölüm başlık ne alaka diyenler için. Filmi izlerken, bir yandan da sürekli Cumhuriyet tarihinin önemli pilot ve uçak tasarımcısı olan Vecihi Hürkuş'u düşündüm. Adını pek kimsenin bilmediği Hürkuş, Jirô Horikoshi ile hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış ve aynı tutkulara sahip. İkisinin şartlarını karşılaştırıp durdum. Jirô'nun arkasında bir devlet var ve onu destekliyorlar. Vecihi Hürkuş'un arkasında da bir devlet var fakat bu devletin görevi destek değil tam manasıyla köstek. Bahsettiklerimi daha iyi anlamak için Vecihi Hürkuş hakkında detaylı bir yazı okumak isterseniz, M. Serdar Kuzuloğlu'nun blogundaki yazıyı öneririm. http://www.mserdark.com/vecihi-hurkusu-bilir-misiniz/

Hatta şöyle bir sıralama yapabilirsiniz, önce Vecihi Hürkuş'un yaşadıklarını okuyun sonra bu filmi izleyin. İki ülke arasındaki zihniyet farkını görün. Yani kalkınmaya çalışan bir ülkeyle, kalkınMAmaya çalışan bir ülke arasındaki farkı.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Karşınızda Peter Sellers

Hiç yorum yok
Peter Sellers çok sevdiğim bir aktör olmasına rağmen biyografisini izlemekte biraz geç kalmış olduğumu itiraf edeyim. Ülkemizde Karşınızda Peter Sellers olarak gösterime giren The Life and Death of Peter Sellers'ın yapım yılı 2004. Peter Sellers rolünde Geoffrey Rush döktürüyor resmen.

Biyografi izlemek, özellikle sevilen bir insanın biyografisini izlemek ve hiç bilinmeyen yönlerini görmek, bazen içimizdeki o saf hayranlık duygusuna ket vurabilecek ve bizi hayal kırıklığına uğratabilecek kadar riskli olabilir. Tabi tam tersi hayranlığın artması mümkün.

Peter Sellers'ın hayatını izlerken yukarıdaki iki duygu arasında gidip geldim. Gerçekten çok yetenekli bir oyuncu olmasına ve her halükarda güldürmesine hayranlığım pekişti. Amma ve lakin hayatındaki kadınlara davranış şekli ile beni epey şaşırttı. Aslına bakarsanız, Peter Sellers'ın kadınlara nasıl davrandığını, bu filmi izleyene kadar hiç ama hiç düşünmedim fakat yine de şaşırdım. Neden? Birilerinin ortaya çıkardığı işi sevince, o kişiye de iyi anlamlar yüklüyoruz ve çizdiğimiz çerçevenin dışına çıkılınca anlamsızca şaşırıyoruz. Olay basit, Peter Sellers da hepimiz gibi iyisiyle kötüsüyle bir insan. Evet paranoyak, bencil, belki korkak, biraz kendine güvensiz ama insan. Hepsi bu!



Üstelik de çocuk ruhlu ve ana kuzusu. Ana kuzusunu biraz açarsak, annesi Peg (Sellers da annesine Peg diye seslenir), onun hayatındaki baskın kişilik. Oğluna aşık, onu kadınlardan kıskanan, yönlendirici bir anne. Sellers'ın ünlü olmasını ve onu tanımamızı Peg'e borçluyuz.

Tabi Sellers da evliliklerinin yürümemesini büyük ihtimalle Peg'e borçlu. İlk karısı Anne, ondan ayrılırken "Artık bu küçük çocuktan çok sıkıldım. Neden erkek olamıyorsun?" der. Sellers küçük bir çocuk gibi annesinin kollarına koşar. Annesi ona hayatındaki kadınların da kendisini sorgusuz ve sonsuz destekleyeceğini düşündürmeyi başarmıştır.

Bir başka sahnede, arabasındaki çiziği tamir eden oğluna teşekkür etmek yerine tüm oyuncuklarını kırarak yanıt verir ve "Ben senin oyuncaklarınla oynuyor muyum?" der. Evler, arabalar, kadınlar ve özetle hayat Seller için bir oyun alanıdır.

Kariyerine radyo tiyatrosu ile başlayan ve sonrasında Peg'in tabiri caizse gaza getirerek sinemaya yönlendirmesiyle, yetenekleri fark edilen Sellers'ı hepimize tanıtan Pink Panther filmi olur. Zaten filmi izlerseniz, Sellers'ın oynadığı ünlü filmlerin de nasıl çekildiğini görebilirsiniz. Bu filmler arasında Pink Panther Serisi, Dr. Strangelove, Being There ve adını bugüne kadar duymadığım Gazino Royal 007 var. Tabi tüm bu filmlerin yönetmenleri olan Blake Edwards, Stanley Kubrick ve Hal Ashby'nin de (sadece bir sahnede uzaktan yer verilse de adını yazalım) filmde sahneleri mevcut.



Geoffrey Rush hakkında da bir kaç şey söylemek lazım. Zira kendisi Peter Sellers'ın daha iri olan ikizi gibiydi. Tabi bunda makyaj ve ışığın etkisi yadsınamaz elbette. Bazı sahnelerde gerçekten Sellers'tan ayıramadığım oldu. Ayrıca Charlize Theron tüm güzelliğiyle Peter Sellers'ın ikinci karısı Britt Ekland rolünde.

Meraklısına daha önce yazdığım Being There ve Blake Edwards makalelerini de öneriyorum. Filmi epey keyifle izledim. Sizin de aynı keyifle izleyeğinizi düşünüyorum.

İyi Seyirler.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Cuma Şarkısı: John Legend / Who Did That To You

Hiç yorum yok
Bugünün şarkısı Quentin Tarantino'nun Django Unchained filminin soundtrack'inden. Bence soundtrack'in en başarılı şarkısı olan Who Did That To You. Yorumcu ise John Legend

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Cuma Şarkısı: alt-J (∆) - Hunger Of The Pine

Hiç yorum yok
Bu cumanın şarkısı İngiliz Indie Rock grubu alt-J'den Hunger Of The Pine. Bu leziz şarkı Haziran ayında piyasaya çıkan grubun İkinci ve son albümü This Is All Yours'tan ilk dinlediğimiz şarkı oldu. Sonrasında da çok güzel bir video ile tamamlandı.


Grup 2007'de kurulmasına rağmen ilk stüdyo albümü olan An Awesome Wave 2012'de yayınladı.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Cuma Şarkısı: Fujiya & Miyagi - Uh!

Hiç yorum yok
Bugün 2 haftalık bir tatile çıktığım için, enerjisi yüksek bir şarkı paylaşacağım.


İngiliz grup Fujiya & Miyagi'den Uh!. Şarkı aynı zamanda Breaking Bad 1. sezonunda çaldı. İlk dinleyişim de o zaman denk düşer.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Balkanlardan Siyasi Mizah:
Ko to toma peva / Who Sings Over There

Hiç yorum yok

Ko to tamo peva (Who Sings Over There / Şarkı Söyleyen Kim) 1980 yapımı bir Yugoslavya filmi. Artık Yugoslavya diye bir ülke olmadığından Sırp filmi diyebiliriz.

Film, İkinci Dünya Savaşı döneminde geçiyor. 1941 yılında Nazi Almanya'sının Yugoslavya'ya girmesiyle, Sırplar da bu savaşa dahil olmuştur. Savaş acıyı da beraberinde getirir. Bu acı üzerinden pek çok film çekildi. Ko to tamo peva'yı farklı yapan ise savaşın etkilerini ve toplumsal sınıf farkını, mizahi bir dille anlatması.

Filmin konusuna gelirsek, toplumun çeşitleri kesimlerinden bir grup insanın otobüsle başkent Belgrad'a ulaşmaya çalışmasını izliyoruz. Bu bir grup insan arasında; askerdeki oğlunu ziyaret etmeye giden bir savaş gazisi, sakar bir avcı, hasta bir adam, kötü bir şarkıcı, Nazi hayranı olan ve bunu her fırsatta dile getiren disiplin takıntılı bir adam, şarkı söyleyen iki çingene çocuk ve sonraki durakta otobüse binecek olan yeni evli genç bir çift var. Otobüsün kontrolünü elinde bulunduran şoför ve şoförün kıt akıllı oğlunu da eklersek, birbirinden ilginç karakterlerin olduğu zorlu yolcuğu başlayabiliriz.


Çingeneler bir nevi anlatıcı konumunda. Film onların şarkısıyla açılıyor ve her bölüm sonunda yine ikilimiz şarkı söylüyor. Otobüse binerken Nazi hayranı olan adamın "çingenelerle aynı otobüse mi bineceğiz?" sorusuna maruz kalıyorlar. Otobüs şoförünün "parayı veren düdüğü çalar" cevabıyla da sorun ortadan kalkıyor. Onlar için bir dışlanma sebebidir fakat çingenelerin milliyetsiz olması en sevdiğim özellikleri. Tabi bu bizim ülkemizde yaşayanlar için geçerli değil. Ne yapıp edip onları da milliyetçi yapmayı başarmışız.


Sistemin içinde bir şekilde sindirilmiş olan bu insanların, otobüs durağındaki bekleyişiyle başlıyoruz hikayeye. Otobüs her göründüğünde çalan müzik bile başlarına gelecek acayip olaylara hazırlıyor bizi. Müzikle beraber bozkırın ortasından kırık dökük, tahta sandalyeli, sobalı eski bir otobüs geliyor. Yolcular itiş kakış otobüse biniyor. Herkes durakta beklerken, bir sonraki durakta binerim diyerek ayrılan avcı, yolda yürürken otobüse rastlıyor ve binmek istiyor. Şoför otobüse alırsa tabi. Kural kuraldır. Otobüse durakta binilir. Etrafta koca bir hiçlik olmasına rağmen bozkırın ortasında bile bu kurallara sadık kalmaya çalışan bir zihniyet var. Daha doğrusu Nazi işgalinin ve disiplinin topluma nüfuz etmesinin en güzel örneği.


Kurallara sıkı sıkıya bağlı şoförümüz, kendi ihtiyaçları için kafasına göre mola vermekte ve oğluna gözü kapalı otobüs sürdürmekte bir sakınca görmez. Durup otobüse domuz almak veya gözü kapalı bir şoför, yolcular için sorun olabilir ancak. Nereye gittiğini göremeyen bir şoförün ilk işi askeri bölgeye girmek olur. Şoför ve oğlu devleti temsil eder. Kuralları belirleyen, halkı sindiren ve gözü kapalı yaptığı ilk icraatında rotasını askere çeviren. Sonraki engel, yolun kendi tarlasından geçtiğini iddia eden ve geçiş için para isteyen bir köylüdür. Şoför ve oğlu ufak tefek köylü engelini, onu yoldan çekerek aşarlar. Sonrasında köylü iri ve kuvvetli oğullarından yardım ister ve otobüsün lastiğini patlatırlar. Şoför bu engeli kendi istediği gibi aşamayacaktır. Köylünün istediği geçiş ücretinin iki katını yolculardan toplar ve yarısını kendisi alır. Toprak sahibi ve devlet, halkı dolandırmıştır.

Yeni evli çift ile otobüse kadın bir yolcu dahil olur. "Denizi görmek için evlendim" diyerek, özgürleşmek için başka çaresi olmadığını anlatır bize yeni gelin. Zaten bu amaç için de erkekten çok çocuğa benzeyen biriyle evlenmiştir. Çiftin otobüste oynaşmasına karşı çıkan yolcular ise, ilerleyen bir sahnede, çifti ormanda gizlice sevişirken röntgenlemekte beis görmez.


Filmi daha fazla anlatmayacağım. İlerleyen sahnelerde otobüsü yine zorlu engeller beklemektedir. Otobüsün bir türlü Belgrad'a gidemeyişi ve bu yolculuk süresince başlarına gelen olayları izliyoruz. Mizah dozu yerinde ve alt metinleri çok sağlam bir film. İzlerken kahkaha atabilirsiniz. Tam "güldürürken düşündürdü" cinsinden.

Sözün özü ben filmi çok sevdim. imdb.com'da 8.8'lik bir puana sahip olmasına rağmen az bilinenlerden. Öyle ki filmin tamamı Youtube'a yüklenmiş.

Tarz olarak örnek vermek gerekirse, ünlü Sırp yönetmen Emir Kustarica'nın Underground (Yeraltı) filmine benzetilebilir. Underground'da da Yugoslavya'nın parçalanışı metaforlar ve mizahi bir dille anlatılıyordu.

İyi Seyirler.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Cuma Şarkısı: Passenger - The Way That I Need You

Hiç yorum yok

Bu cumanın şarkısı İngiliz müzisyen Passenger'dan. Passenger Haziran 2014'te yeni albümü Whispers'ı piyasaya çıkardı.

Ben daha eski bir şarkısını paylaşacağım. Uzun zaman dinlemediğim zaman özlediğim bir şarkı olan The Way That I Need You. Mükemmel değil belki fakat sakinlik ve naiflik var bu şarkıda. Videoyu izlerseniz ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bazen yavaşlamak gerekir, daha sakin ortamlar, sessizlik ve yalnızlık istersin. İşte böyle bir şarkı.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

The Black Keys'ten Harika Bir Şarkı: Weight of Love

Hiç yorum yok
Sevdiğim gruplardan The Black Keys'in Turn Blue albümü Mayıs 2014'te piyasaya çıkmış bulunmakta. Dan Auerbach(vokal, gitar) ve Patrick Carney(davul) ilk stüdyo albümlerini 2002'de çıkardı. Turn Blue, The Big Come Up(2002)'tan bu yana ikilinin 8. albümü.


Grubu keşfim 2010 yılında çıkan Brothers albümüne dayanıyor. Hem Brothers hem de 2011 yılında çıkan El Camino baştan sona dinlenebilecek kalitede güzel albümlerdir. Dinledikçe daha da çok sevilir.


Albümün tamamını henüz dinlemeden açılış şarkısına takılıp kaldım. Albüm, 7 dakikalık uzun bir şarkı olan Weight of Love ile açılıyor. Hem elektronik hem blues hem de psychedelic sound'un hakim olduğu şarkıya gerçekten bayıldım. Pink Floyd tadı da almak mümkün. Şahane bir şarkı olmuş. Önümüzdeki günlerde ne dinleyeceğim belli oldu. Weight of Love.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder