Kompakt Disk Blog

"Dinle, oku, gör: Müzik, kitap, film"

Cuma Videosu

Hiç yorum yok
Bir önceki yazıda çok adı geçti Gogol Bordello'nun, es geçmeyelim. Pala Tute adlı acayip enerjik ve muhteşem şarkılarına yakışır bir video hazırlamışlar. Keyifli, kıpır kıpır, enerjik, çingene ruhlu...

"Pala Tute" Gogol Bordello from Alexey TEREHOFF on Vimeo.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Everything is Illuminated

1 yorum

Gezmeyi sevdiğimden olsa gerek yol hikayesi deyince akan sular durur, güzel görüntü ve müziklerle de süslenmişse film benim için daha da keyifli olur. Everything is Illuminated böyle bir filmdi. 2005 yılında Apple'dan fragmanını izlemiş ve Türkiye'ye geldiğinde en kısa zamanda izlemek için kendimi şartlamıştım. En kısa zamandan kastım o zamanlar 6 yıl değildi elbet.

Evet filmi rötarlı olarak izleyebildim. Tam beklediğim gibi bir film çıktı, ne eksik ne fazla.

Yüzüklerin Efendisinden tanıdığımız Mr.Frodo Elijah Wood ve Gogol Bordello adlı güzide grubun üyesi Eugene Hutz başrollerde. Ben grubu severek dinlerdim ve fakat üyelerinden hiçbirini yolda görsem tanımazdım. Filmde hepsini gördük. Bkz. Tren istasyonundaki karşılama sahnesi. Rock'n Coke'a da gelmişlerdi zamanında. Soundtrack de oldukça başarılı.

Neyse, konumuza dönersek yazının başlangıcından çok neşeli bir film izlemişim gibi hissettirdim büyük ihtimalle. Yanıltmak istemem eğlenceli olduğu kadar hüzünlüydü. Özellikle ikinci yarısında fena olabilirsiniz.

Hikayemiz Amerikalı bir Yahudi olan Jonathan'ın yani Jonfen'in köklerini aramak istemesi sebebiyle Ukrayna'ya seyahatini anlatıyor.

Jonathan'a yolculuğunda eşlik edenler, tercüman Alex, kendini kör zanneden büyük babası ve büyük babasının geri zekalı rehber köpeği Sammy Davis Jr.Jr.'dır. Büyükbaba Yahudilerden nefret eder, Alex tarihten bihaberdir. Sammy Davis Jr. Jr.'ın fotoğrafı aşağıda. Filmin en masum karakteri...



Jonathan ise unutmamak için koleksiyon yapan, et yemeyen, Yahudi asıllı bir Amerikalıdır. Ekip için tuhaftır, farklıdır. Unutmamak istemesi bile unutmak isteyen insanları derinden sarsar.

Aradıkları kasaba olan Trachimbrod'un Ukrayna'da yerini kimse bilmez ya da orada neler yaşandığını. Alex'in eskiden Ukraynalıların Yahudilere kötü davrandığını öğrendiğinde şaşırması bize zaten özetliyor durumu. Kötü olayları unutuyoruz, hatırlamak istemiyoruz, derinlere gömüyoruz. Bazen de reddetmek zorunda kalıyoruz kimliklerimizi. Sırf dışlanmayalım, hayatta kalalım diye kendimiz olamıyoruz.

Çok fazla işlenen bir konudur sinemada Nazi katliamı. Everything is Illuminated bunu diğer filmlerden daha naif yapmayı başarmış. Savaş yok, SS subayı yok. Sadece geride bıraktıkları, insanlar üzerindeki etkilerini görüyoruz. Güzel görüntüler ve müzikler eşliğinde geçmişe yolculuğa çıkıyoruz.



Bu yazıyı 1 haftadır yazmaya çalışıyorum. Bugüne denk geldi tesadüfen. Birleşmiş Milletler 2005'te 27 OcakUluslararası Yahudi Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü ilan etmiş. Ben de bu şekilde anmış oldum.

NOT: İsrail devletinin bu olayı siyasallaştırması, bu katliamı hafife almanın bahanesi olamaz elbette.

Filmden Alıntı:
Yol üstünde yıkık dökük binaları gören Jonathan ve Alex arasındaki diyalog aşağıdaki gibi gelişir. Arkasında iz bırakan terkedilmiş binalara karşı.
jonathan- Bu nedir?
Alex - Sovyetler.
jonathan - Burada ne oldu?
Alex - Bağımsızlık.

1 yorum :

Yorum Gönder

Blake Edwards Filmleri

2 yorum

Bildiğiniz üzere ünlü yönetmen Blake Edwards geçen ay aramızdan ayrıldı. Arkasında dönemine damgasını vurmuş filmler bıraktı. Yıllar içinde kaybolmayıp 60'lardan günümüze kadar geldi.
En çok bilineni Peter Sellerslı Pembe Panter serisidir. Yönetmen, Yapımcı ve Senarist Blake Edwards'ın tüm filmleri burada.

Sevdiğim filmlerinden geçte olsa bir seçki hazırladım.

1- Breakfast at Tiffany's (1961)
Truman Capote'un aynı adlı romanından uyarlanan filmde, Audrey Hepburn Holly Golightly karakteriyle unutulmazlar arasına adını yazdırmayı başarmıştır.

Hepburn'ün zerafeti ve samimi ifadesi, en önemli özelliği parti kızı olmak olan Holly'yi tüm şımaraklığına rağmen çok sevmemizi sağladı.

Hepburn hep bir stil ikonu olmayı başardı. Siyah elbisesiyle, uzun ağızlığından içtiği sigarasıyla, eşarbıyla kim hatılamaz ki onu. Filmin önüne geçmeyi başaran ve günümüze kadar gelen Holly karakteri Blake Edwards'ın karakter yaratmadaki ustalığının bir sonucu.

Kitapla film birebir aynı olmamakla beraber ikisinin de tadı ayrıdır. Zaten kısacık olan kitabı bir solukta okuyup filmini de izleyebilirsiniz.



2- The Party (1968)
İzlediğim en komik filmlerden biri. Peter Sellers'ın yaptığı her türlü sakarlık, yanlış anlaşılmalar dizisinin ortaya çıkardığı absürtlükler. Giderek kontrolden çıkan bir parti ve ortasında kalan insanlar. Filmin sonunda partiye dahil olan bir fil ve her yerde köpükler hatırlıyorum.

Gerçekten sıkı bir komedi izlemek isteyenlere tavsiye edilir.



3- The Pink Panther Series (The Pink Panther 1963, A Shot in the Dark 1964, The Pink Panther Strikes Again 1976)
Tek tek yazmaya gerek yok seriyi. Inspector Clouseau karakteriyle özdeşleşen Peter Sellers ve yine filmin önüne geçmiş sakar ve salak dedektif karakteri. Her aldığı davayı ciddiyetle araştıran ve sonunda ne hikmetse çözen Clouseau, üstüne bir de üstün hizmet ödülleri alır. İkinci filmden itibaren kadroya dahil olan Dreyfus, tüm bu olanlar yüzünden artık akıl hastanesindedir. Söylediği yanlış kelimeler, iflah olmaz sakarlığı, kimseyi dinlemeyişi ve kendinden son derece emin halleri ile Clouseau gerçekten özel bir karakter. Herkesi şaşırtabilir.

Uşağı vardı, Kato. Her eve gittiğinde Clouseau'ya sürpriz yapardı ve dövüşürlerdi. Enteresan dedektif Clouseau'nun herşeye hazırlıklı olma amaçlı egzersizleri.

Bu seriden bir çok sahne bizim filmlerimizde de kullanılmıştır. Yanılmıyorsam Şabanoğlu Şaban'da elmas arayan Şaban ve Ramazan'ın köşkte yaptığı sorgulama sahnesi bariz olmak üzere, konu itibari ile de Pembe Panter'in ilk filmiyle benzerlikler gösterir. Şabanoğlu Şaban daha komiktir o ayrı.



4- 10 1979

Orta yaş bunalımına girmiş bir müzisyen olan George Webber'in hikayesi. Dudley Moore filmde döktürür amma velakin en çok hatırlanan karakter altın rengi mayosu ve örgülü saçlarıyla meksika sahillerinde koşturan Bo Derek'tir. Bo Derek filmde tüm güzelliğini sergilemiş ve sonrasında epeyce ünlü olmuştur.

Film sevgilisinin George'a yaptığı sürpriz doğum günü partisi ile başlar. Bkz. Edwards Blake ve Parti Takıntısı...

George artık 42 yaşında sürprizleri sevmeyen bir adamdır. Trafikte karşılaştığı ve evlenmek üzere olan Jenny'nin (Bo Derek) peşinden Meksika'ya kadar gidecektir. Jenny'ye ulaşmaya çalışırken başına gelen absürt olayları izleriz.

Karşı komşusunun evde sürekli çıplak partiler (evet yine parti) düzenlemesi ise orta yaş bunalımındaki bir adam için acı bir tesadüf olsa gerek.

Bo Derek gibi Dudley Moore'da bu filmden sonra şöhrete kavuşur. Moore, aynı zamanda bir müzisyendir. Kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, büyük ihtimal filmde piyanoyu kendisi çalmıştır.

5- What Did You Do in the War, Daddy? (1966)
Bu film uzun zamandır izlemek istediklerim arasında. En kısa zamanda bu eylemi gerçekleştirip buraya not düşmek isterim.

2 yorum :

Yorum Gönder

Kusursuz Bir Film: Black Swan

2 yorum

Memleketimde beklenen filmler vizyona geç giriyor bazen hiç girmiyor. Seçme şansın bile yok, herkes ne izliyorsa sende izleyeceksin. Black Swan'de gelmek bilmeyenlerden.

Ben de daha fazla dayanamadım ve izledim filmi. İyi ki de izlemişim. Uzun zamandır izlediğim en iyi filmdi Black Swan. Belki senaryosuyla değil, ama kamera açıları, oyunculuk (Natalie Portman) ve müzikler bence kusursuzdu. Kusurlu sayılabilecek birkaç boşluk vardı belki senaryoda ama unuttum gitti. Hem kusurlu bir kusursuzluktu zaten asıl olan.

Bale ilgi alanıma giren bir sanat dalı değil. Hatta opera ve tiyatro da sevmem ben. Bizi modernleştireceğine inandırılan sanatları sevmiyorum galiba. Zorlama mevzu hoşuma gitmez ezelden beri. Kuğu Gölü (Swan Lake) balesi ise tüm zamanların en ünlü bale gösterisidir ki tahminimce duymayan yoktur. Bir Tchaikovsky eseri. Bale ile ilgili bildiğim yegane bilgi budur.

Filmin baleyle ilgili olması bu sebeplerden ötürü itici bir unsurdu başlarda ve fakat işin içinde Darren Aronofsky varsa biliyorsunuz ki bale amaç değil araç olacaktır.


Nina(Natalie Portman) annesiyle beraber yaşayan, hayatında baleden başka hiç birşey olmayan, mükemmel olmaya çalışırken hayatı ıskalayan bir balerindir. Annesi Nina'ya hamile kaldığında kariyerini yarım bırakmak zorunda kalmıştır. Kendisinin ulaşamadığı kusurzuzluğa ulaşması için kızını dış dünyadan uzak, kendi ördüğü temiz ve kuralcı kozanın içine hapseder. Filmin başlarında bu ilişki bize kusursuz ve sevgi dolu görünebilir. Yine de yanlış olan bir şeyler vardır. Nina 28 yaşındadır ve istemesede -ki karşı koyamaz- hala annesi soyunup giyinmesine yardım eder. Beyaz ve açık pembe renklerle çevrelenmiş bir dünyada yaşar. Odası, kıyafetleri, pastası ve oyuncakları (evet bir sürü ayıcığa sahip)...


Bir gün yönetmen Thomas, Swan Lake'in farklı bir versiyonunu çekmek istediğini duyurur. Swan Queen olmak için yanıp tutuşan Nina, beyaz kuğu için biçilmiş kaftan olsa da siyah kuğunun şehvetli, vahşi ve kötücül halini canlandırabileceği konusunda Thomas'ı ikna etmek zorundadır. Nina da herkes kadar iyi ve kötü barındırır. Ama yukarıda adı geçen korkunç anne tüm duygularını bastırmasına sebep olmuştur. Siyah kuğuyu canlandırması için tüm duygularını özgürce yaşaması gerekmektedir. Bu adımlarını sayarak atan Nina için imkansız olsa gerek.

Nina, metroda Lily'yi farkeder. Lily'nin olabildiğince özgür, başına buyruk, şehvetli halleri ilgisini çekecektir. Her seferinde Nina'nın dikkatini dağıtmayı başarır Lily. Tetikleyicidir, pervasızdır. Belki gördüğümüz kadar salt kötü de olmayabilir. Ne de olsa biz filmi Nina'nın gözünden izliyoruz. Lily'de Nina'nın görmek istediği gibi. İçerikle ilgili daha fazla detaya girmeyeceğim.

Film psikolojik gerilimin en iyi örnekleri arasında yerini alacaktır. Kamera açıları ve kullanımı çok iyiydi gerçekten. Dans sahnelerinde kameranında dansçılarla birlikte dönmesine özellikle bayıldım. Filmde merkez Nina, haliyle kamerada hep onun etrafında dönüyor.


Aynalar çok çok önemli, nerede bir ayna gördünüz dikkatli bakınız. Zaten heryerde var aynalar ama çok zekice kullanılmış. Natalie Portman hayatının rolünü oynamış. Başkasını Nina olarak düşünemiyorum, Natalie olmasa bu filmde çekilemezmiş gibi.
Filmi pazar öğleden sonra izledim ve bütün gün etkisinden çıkamadım desem yeridir. En yakın zamanda tekrar izlemek isteği damarlarımda dolaşmakta. Böyle karanlık bir hikayeyi tekrar izleme isteği uyandırmayı başaran Darren Aronofsky'yi de canı gönülden kutluyorum. Hâla baleyi sevmiyorum ama bu filmi seviyorum.

2 yorum :

Yorum Gönder

Cuma Videosu

Hiç yorum yok
Amerikalı indie rock grubu The Decemberists, 18 Ocak'ta The King is Dead albümünü çıkarma hazırlıklarında. Öncesinde güzel görüntüler eşliğinde, güzel bir şarkı göndermişler.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

İskandinav Usulü Vampir Hikayesi: Let the Right One In

Hiç yorum yok

Let the Right One In (Gir Kanıma), 2008 İsveç yapımı bir dram. Vampir temalı olduğundan insanda korku filmi beklentisi yaratsa da asıl anlatılmak istenen aşk ve fedakarlık. Herşeye rağmen!

Kostümler ve atmosferden hikayenin 80'lerde geçtiğini düşünüyoruz. Tarihle ilgili en net bilgiyi ise Komünist Partisi Başkanı Brejnev'in adının geçtiği haberden anlıyoruz.

Başrolde 12 yaşındaki Oskar (12 sene, 8 ay ve 9 gün) ve uzun zamandır 12 yaşında olan Eli var.

Oskar içine kapanık, arkadaşlarından şiddet gören, boşanmış ebeveynlerden annesinin yanında yaşayan yalnız bir çocuk. Ayrıca bolca kitap okuduğunu da filmin giriş sahnesinde anlıyoruz. Kitaplardan mors alfabesinin öğrenilebileceğini de.

Eli ise, babasıyla(!) birlikte yaşayan bir vampir. Babasının bir vampir olmadığını ise kafede süt içtiği sahne söyler bize. Eli için cinayetler işleyen, kan temin eden ve kendini riske atan bu adamın, yakalanacağını anladığı zaman yüzüne döktüğü kezzap, bu nasıl bir adanmışlıktır dedirtir cinsten.


Oskar bir gece bahçede Eli ile tanışıyor. Zamanla ilişkileri derinleşerek boyut değiştiyor. Eli'ın farklılığını Oskar anlaması uzun sürmüyor.

Let the Right One In, beyaz ve kırmız bir film. Karla kaplı kasabanın masumiyetini bozan ise kan. İskandinav sakinliği ve yavaşlığı hakim. Genelde tek plan sahneler mevcut. Amerika dışında vampir filmi çekilirse nasıl olurdu sorusunun cevabı. Oskar'ın sarı saçları, beyaz teni ile Eli'ın esmer teni birleşiyor. Masumiyet ve karanlığın birleşimi, içimizde hem iyi hem de kötünün olduğunu kanıtlıyor. Karanlık bir hikayeyi tatlı tatlı izlettiriyor ve bunu yaparken bol kanlı sahneler kullanmaktan çekinmiyor.

Öne çıkması gereken birkaç sahneden de kısaca bahsetmeden geçemeyeceğim.
* Eli'ın hastaneye tırmandığı sahne ve sonrası.
* Vampirler davet edilmedikleri yere gitmezler mottosundan yola çıkarak, davet edilmediğini anlayan Eli'ın geçirdiği kriz.
* Eli'ın onu hasta edeceğini bile bile şeker yemesi.
* Oskar'ın Eli'a kan kardeşi olmayı teklif ettiği ve elini kestiği sahne.
* Havuz sahnesi ki bence en iyisiydi.


Anlamsız bulduğum sahneler de vardı elbet. Oskar'ın babasının arkadaşının gelip Oskar'la tanışmaya çalışması, hımm demek babası eşcinselmiş algısı yaratıyor. Halbuki araştırıyosun meğer baba alkolikmiş, uyarlanan kitapta öyleymiş. Alkoliklik öyle mi anlatılır yavu. Anlaşılmadığı gibi yanlış düşüncelere de salık veriyor. Aslında bu sahne filmin gidişatı ile bağlantılı da yapılmış olabilir. Oscar için eşcinselliği normalleştirmeye çalıştı belki de yönetmen. Ben anlamadım velhasıl, geçiyoruz.

Bir de ısırılan ve vampire dönüşen kadının bunu kabullenememesi. Sanki isteyen vampir olabiliyormuş da kötü olduğunu anlatmak için eklenmiş gibi. Sırıtmış, mesaj kaygılı olmuş.

Bu sahneler soru işareti yarattı fakat genelden aldığım hazzı azaltmadı. Atmosferi, oyunculuğu ve sahneleri ile ben filmi sevdim, izleyin.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder