Kompakt Disk Blog

"Dinle, oku, gör: Müzik, kitap, film"

Alice in Wonderland

Hiç yorum yok
Çocukken sevdiğim öykülerden biridir Alice Harikalar Diyarında. Alice büyür küçülür, olmadık kapılardan girer, tavşanlarla konuşur hatta çay partileri düzenler.

Lewis Carroll'un 19.yy'da hayatımıza kattığı bu öyküyü Tim Burton yorumuyla izleyebileceğimi öğrenince havalar uçtum. Kadrosuna gediklisi Johnny Depp ile sevgili eşi Helena Bonham Carter'ı da alarak başlamış filme.


Ne de olsa Tim Burton, modern zamanların, karanlık atmosferlerin, uçuk kaçık öykülerin zamane masalcısı. Beetlejuice, Edward Scissorhands, Big Fİsh, Corpse Bride, Ed Wood gibi çok sevdiğim filmlerin yaratıcısı.

En baştan filmi 3D çekmemiş Tim Burton. Sonradan 3D'ye çevirmiş ve görüntü kaybı yaşamış maalesef. Tabi bu soruna bir de tüm salonlarda dublajlı olarak izleme zorunluluğu eklenmekte, ben de mecburen, ne yazık ki, kahretsin öyle izledim. Ne de olsa çocuk filmi, işin içinde Walt Disney var. Seçenek bile sunmadan dublajlı kopyaları dayamışlar. Zaten atmosferde Walt Disney'den mi etkilendiğindir bilinmez beklediğim kadar karanlık olmamış.

Karakterler Tim Burton'a ait elbette. Kırmızı Kraliçe ve Çılgın Şapkacı filmi sırtlamış. Alice karakterini oynanyan Mia Wasikowska sanki biraz zorlama olmuş, yakışmamış. Şapkacıya torpil geçildiği ise aşikar. Karakteri Johnny Depp oynadığından ve döktürdüğnden ses etmiyoruz. Filmin sonundaki dans sahnesi hariç. Onu da Johnny değil de dublörü David Bernal oynamış, performansı çok etkilemesin artık napalım.

Filmde Alice'in ve şapkacının kıyafetleri çok başarılıydı. Johnny Depp'in her sete kendi kıyafetleri ile gittiğini düşünürsek oldukça eğlenceli bir gardropa sahip olsa gerek.

Diyolagların çok daha uzun olmasını bekledim açıkcası. Çay partisinin uzun sürmesini, Cheshire Cat'in daha çok gözükmesini, mavi tırtıl'ın uzun uzun konuşmasını istedim. Ne de olsa filmi belli bir süreye sıkıştırma derdim yok benim:) Masal devam etmeli.

Dikkat! Aşağıdaki bölüm filmin sonuyla ilgili.
Hikayenin orijinal sonunun nasıl olduğunu hatırlayamadığımdan Alice'in birden iş kadınına dönmesi de bana acayip geldi. Yelek giymiş tavşanların peşinden koş, Jabberwocky öldür, nargile içen mavi bir tırtıl'la konuş. Sonrada iş kadını ol, Çin'e git. Olmadı Alice olmadı.
Dikkat! Yukarıdaki bölüm filmin sonuyla ilgili.

Koskaca Tim Burton'a akıl verecek değilim elbet. Kendisini severim sayarım. Bundan sonra hiç güzel film yapmasa da önceki şaheserler için yine severim. Ama üzülerek söylüyorum ki Alice in Wonderland beklediğim gibi olmamış diyor, her şeye rağmen kellesini getirin demiyorum. Bunda elbette Türkçe dublajın büyük etkisi olduğunu kabul ediyorum. Pek tabi sıradaki filmi bekliyorum.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

The Hurt Locker

Hiç yorum yok
Film başında "war is a drug" sözcüğüyle açılıyor ve biterken de bize bunu hissettiriyor. Daha çok adrenalin için yapılmayacak şey yok sonuçta.

Bomba imhacısı Amerikan askerleri, teknisyenleri gözü kara, her türlü tehlikeye dalabilir. Bir karısı ve çocuğu olmasına rağmen savaş ne de olsa bir uyuşturucu, vazgeçmiyor.


Filmi izlerken sık sık bu adamların Irak'ta ne işi var allah aşkına diyorsunuz. Biz Irak'a komşu bölgeyi bilen bir halk olduğumuzdan mı bu soruyu sorabiliyoruz doğrusu emin değilim. Sonuçta Amerika'ya göre Irak Ortadoğu'dadır tabi ki Türkiye'de... Irak'a aynı gözlerle bakamıyacağız aşikar. Amerika sonuçta işgal ettiği her ülkeye barış, batılılaşma ve modernizm getirdiğini iddia eder. Sanki bunu talep eden varmış, çok iyi bir iş yapıyormuş gibi de övünür. Kullandığı yöntem de elbette savaştır.

Irak halkı tüm askerlerden nefret ediyor, bunu film boyunca hissedebilirsiniz. Bomba imha ekibi bir nevi Irak halkının hayatını(!) kurtarsa da, sağda solda bulunan bombaları, düzenekleri patlatıp etkisiz hale getirse de, Iraklılar'ın yüzünde asla bir minnattarlık ifadesi yok, hiç kimse teşekkür etmiyor. Bombaları yapan ya da patlatan da kesinlikle öyle sıkı bir direnişçi grup değil. Bizim gördüğümüz herkes halktan. Bomba yapımında kullanılan da olabiliyor Iraklılar, patlatan da.

Gözü kara teknisyenimiz Will ise Iraklı bir çocuğun intikamını almak isteyecek kadar o çocuğa bağlanabiliyor. Belli ki aslında istediği yine adrenalin.

Bomba yapım yerini bulduklarında etrafa göz atarken arkadan gelen ezan sesi de gayet manidardı sanki. Terörist bu müslümanlar algısı oluşur izleyende ister istemez. Özellikle zaten her türlü olayda müslümanları suçlayan amerikalılar için. Hani bizde de öyle aslında. Belki şimdilerde değişiyor ama eskiden ne olsa İran'dan bilmedik mi bizde. Amerika sadece kendi halkını değil bizi de uyutmakta belli ki.

Teknik olaraksa filmin çekimlerini, görüntülerini beğendim ben. Biraz belgesel havasında olması, herşeyi yorumlamaya kalkışmaması güzeldi. En önemlisi de askerleri aslında kahraman olarak göstermiyor. Ve bu özelliklerle Oscar'ı Avatar'ın elinden alıyor.

Akademiye göre tamamı neredeyse görsel efektlerden oluşan bir film olan Avatar'ın aday olan başrol oyuncusu da yok. Aynı zamanda işgalci kuvvete karşı çıkan ve Navi'lere yardım eden askerleri olan bir film. Orduya baş kaldırma ve inandığın şey için savaşma söz konusu. Oscar alamama sebebi belli.

The Hurt Locker'da ise bir karşı çıkma, sorgulama yok.. En önemlisi Avatar'a göre daha insani, daha gerçek bir film.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Limon Ağacı

Hiç yorum yok
Kitabı aylar önce almıştım. Sandy Tolan uzun araştırmalar sonucunda bir limon ağacı üzerinden Filistinli Beşir ve Yahudi asıllı Dalia arasındaki öyküyü anlatmakta bizlere. Anlattığı her şey belgelere dayanıyor ve gerçek bir öykü. Bu savaş yarım yüzyıldır hayatımızın bir parçası. Haliyle ben de merak ediyorum. Kitap bu noktada ilgimi çekmeyi başardı.

Ama gel gelelim çeviri ve yazım dili okumamı çok zorlaştırdı, nerdeyse 6-7 aydır bitirmeye çalışıyorum. Geçenlerde başardım. Güzel bir hikaye ve kötü bir anlatım. İnternetten biraz araştırınca da herkesin çeviriden muzdarip olduğunu anladım.

Hikaye gerçekten çok etkileyici. Nazi katliamından kaçan ve ülkesinden sürülen Dalia Eshkinazi ve ailesi, kendileri gibi yaşadığı şehir olan El Ramla(Yahudiler Ramla der)'dan sürülen Beşir Hairi'nin ailesinin evine yerleşir. Eshkinazi ailesine; korkak Filistinlilerin kendi elleriyle yaptıkları evlerini bırakıp kaçtıkları söylenmiştir. Bir gün Beşir ve kuzenleri kapıya gelip evi ve limon ağacını görmek istediklerini söyleyene kadar Dalia bu hikayeyi böyle bilecektir. Halbuki gerçekler çok farklıdır. Bunu öğrenen Daila Filistinlerin hikayeleri ile daha yakından ilgilenecektir. Ailesinden kendisine kalan ve daha önce Hairi ailesine ait olan evi ise Arap çocukları için bir okula(The Open House) çevirir. Burada kimsesiz çocuklarla ilgilenir. Beşir ise defalarca tutuklanarak ülkesinden uzak ömrünün bir bölümünü hapislerde geçirmek zorunda kalacaktır. Kendi evine geri dönmektir amacı ama bu asla mümkün olmaz ve vatan hasretiyle yaşamaya devam eder.

Aslında yıllarca yurtsuz yaşayan, soykırımlara uğrayan, sürülen, ayrımcılıkların dik alasını yaşayan Yahudilerin Filistinlileri daha iyi anlaması gerekir diye düşünmekten kendimi alamıyorum bazen. Elbette gerçekler bu kadar basit olamıyor. Yahudi olduğu için Etiyopya'dan gelen biri bir Filistinlinin evine yerleşebiliyor. Evin gerçek sahibi ise evine dönemiyor. Savaş devam ediyor. Hangi ırktan olursa olsun insanlar ve çocuklar ölüyor. Bombalar patlıyor.

Ayrıca, kitaptan işgal edilmiş topraklar olan Filistin'in aslında hiçbir zaman bağımsız bir ülke olamadığını öğrendim. Osmanlı hakimiyetinden çıktıktan sonra İngiliz mandası oluyor. İngilizler ise zaten bu toprakları Yahudiler için vatan yapmakla görevli. Dertleri hem Yahudileri Avrupa'dan çıkarmak hem de yükselen Arap gücünü -tabi ki petrol gücü- engellemek ve bölgeyi kontrol altına almak. Böylece 1947'den itibaren gemilerle bir sürü Yahudi asıllı insan, bu kutsal topraklara taşınıyor ve evlerinden kaçmak zorunda bırakılan Filistinlilerin evlerine yerleştiriliyor. O dönemlerde birçok Filistinlinin topraklarını Yahudilere satması da cabası. Olaya karışan diğer Arap ülkeleri işin daha da sarpa sarmasını sağlıyor ve 6 gün savaşlarını Araplar kaybediyor. Böylece İsrail baskısını arttırıyor.

Daila ve Beşir'in diyaloglarını okurken barış mümkünmüş gibi geliyor. Böyle sevgi dolu ve birbirini anlamaya çalışan daha çok insan olmalı dünyada. Böyle hikayeleri daha çok duymalıyız.

Yakın tarihimizde yer tutan ve Akdeniz'den komşumuz olan bu ülkelerin arasında geçenleri öğrenmek istiyorsanız kitabı mutlaka okuyun.

Dalia ve Beşir'in Açık Evi: http://www.friendsofopenhouse.org/index.php


Dalia aktif olarak The Open House'da çalışıyormuş hala. Beşir ise Ramallah'ta hukuk uygulamalarında çalışmakta imiş.

Kaynak:http://sandytolan.com/the-lemon-tree/open-house-ramle

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

And the oscar goes to.....

Hiç yorum yok
Sonunda 7 Mart gecesinde 82.Oscar ödülleri sahiplerini buldu. 'The Hurt Locker' geceye damgasını vurdu ve batılı gelişmiş bir ülkenin 82 yıldır yapmadığını yapıp, en iyi yönetmen ödülünü bir kadına Kathryn Bigelow'a verdi. İyi de etti.

Ben Avatar'ı eleştirip fazla şişirildiğini düşünenlerdenim. The Hurt Locker'ı henüz izlemediğimden yorum yapamayacağım. Ama 3 bomba imha uzmanının Irak'ta hayatta kalma mücadelesi oscar için yetmiş anlaşılan. Sonuçta Avatar savaş karşıtı bir filmdi ve oscar alamadı.

Up'ın en iyi animasyon ödülü, Christoph Waltz'ın en iyi yardımcı erkek ödülünü kazanmasına çok sevindim.

Bana göre ise senenin en iyi filmi Inglourious Basterds. Filmi izlerken baya eğlendim doğrusu. Oyunculuklar çok iyi ve diyaloglar yine bir Tarantino klasiği. Özellikle Christoph Waltz izlenesi ve bundan sonrada takip edilesi.

Benzer güzellikte bir filmi belki Filistinlilerde çeker birgün. Ne dersiniz?

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder