Kompakt Disk Blog

"Dinle, oku, gör: Müzik, kitap, film"

Cuma Şarkısı: Cibelle / London London

Hiç yorum yok
cibelle - Pesquisa Google


Cibelle, berrak ve yumuşacık sesiyle Brezilya'dan dünyaya hediye edilmiş duru bir ses. İsmi de bildiğimiz Sibel aslında. Tom Waits'in Green Grass şarkısını çok güzel yorumladığından beri dinlerim ve severim. Şarkıyı Devendra Banhart ile birlikte söylüyor. London London hem huzur veren hem de mutlu eden bir şarkı.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Geniş Açıdan Ünlü Albüm Kapakları

Hiç yorum yok
Teknoloji çağının hayatımıza getirdiği yeniliklerden, en çok etkilenenlerden biri de müzik sektörüdür. Geçen haftaki Pink Floyd yazımda, David Gilmour'un açıklamaları üzerine konudan detaylı bahsetmiştim.

Müzik artık dijital olarak tüketildiğinden, albüm satın almak yavaş yavaş tarihe karışıyor. İngiltere'den Dijital Yaratıcı bir ajans olan Aptitude duruma atıfta bulunan bir çalışma yapmış. Favori albüm kapaklarını detaylandırıp, geniş açıdan nasıl olurdu sorusunun cevabını aramışlar. Hem eğlenceli hem de oldukça yaratıcı bir iş olmuş.

1- THE BEATLES, ABBEY ROAD- 1969


2- NIRVANA, NEVERMIND - 1991


3- MICHAEL JACKSON, OFF THE WALL - 1979


4-BRUCE SPRINGSTEEN, BORN IN THE U.S.A. - 1984


5- BLUR, PARKLIFE - 1994


6- FATBOY SLIM, WHY TRY HARDER - 2006


7- ADELE, 19 - 2008


8- JUSTIN BIEBER, MY WORLD - 2010


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Çoluk Çocuk

Hiç yorum yok
"...yaşlıca bir çift önümüzde durup alenen bizi incelemeye başladı. Robert ilgi çekmekten hoşlanıyordu, heyecanla elimi sıktı. 'Hadi, fotoğraflarını çek,' dedi kadın, hayretler içindeki kocasına. 'Sanatçılar galiba.' 'Hadi canım,' dedi adam, omuz silkerek. 'Çoluk çocuk bunlar.'"

Kitabın ismine ilham kaynağı olan diyalog, punk dünyasına, 'Horses' gibi bir albüm kazandıran, güçlü kadın Patti Smith'in romanı Çoluk Çocuk(Just Kids)'tan. 2010 yılında yayınlanan roman, küçük bir kız çocuğundan; bir şaire, bir müzisyene, bir yazara, kısaca bir sanatçıya dönüşen, Patti Smith'in otobiyografik hikayesi. Smith'in tüm bu dönüşümlerini okurken, 60'lar ve 70'lerin Newyork'unda, müzik ve sanat dünyasının kalbine bir yolculuğa çıkıyoruz. 70'li yıllar biraz olsun ilginizi çekiyorsa, aynı zamanda rock/punk müzik seviyorsanız bu romanı okumalısınız. Patti Smith ve dönemin müzisyenlerini sevenlerin ise zevkle okuyacağı kesin.

Romanın ana kahramanlarından biri ise Smith'in tüm bu yolculuğu boyunca hep yanında olan, dönemine aşırı bulunan tarzıyla damgasını vuran fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe'dan başkası değil. Aynı hayallerle evlerini terk eden ve Newyork sokaklarında birbirlerini bulacak kadar şanslı olan iki çocuk, birbirlerine hemen bağlanırlar. 70'lerin vaat ettiği özgürlük ile yaratıcılıklarını fark eden ve sanata tutkuyla bağlı olan ikilinin amaçları aynıdır. Sanatçı olmak.

Bu fikir kulağa çok romantik gelse de paran yoksa yaşayamazsın. Bu gerçeği fark etmeleri uzun sürmeyecektir. Bir müddet parasızlık ve açlıkla mücadele etmek zorunda kalırlar. Fakat hiçbir zaman hayallerinden vazgeçmezler. Buldukları her fırsatı değerlendirip, kısıtlı da olsa boş zamanlarında çok çalışırlar. Eğer birbirlerini bulamamış olsalardı, bu kadar dayanabileceklerini düşünmek gerçekten zor. Bütün bu sefaleti yaşarken, hayallerine, sanata ve birbirlerine tutunarak, yavaş yavaş istedikleri noktaya gelmeyi başarıyorlar.

Bütün bunlar buz dağının görünen ve hoşa giden kısmı. Her beyazın bir siyahı olmalı ki yaşam döngüsü bozulmasın. Robert Mapplethorpe, Patti Smith ile olan beraberliğinden dolayı uzun süre erkeklere olan ilgisini saklamak zorunda kalmış ve yine parasız kaldıkları dönemlerde para karşılığı erkeklerle ilişkiye girmiştir. Smith, Mapplethorpe'u bu kimlik bunalımında ve kendini arayış sürecinde de yalnız bırakmaz. Aşk gibi başlayan ve hayat arkadaşlığına dönüşen ilişkilerinde sona doğru acı ağır basacaktır. Mapplethorpe, HIV virüsü kapmıştır. Smith, çok sevdiği ve beraber yürüdüğü Robert'ın ölümünü görecektir.

Kitap, sanata ve Beat kuşağı dönemine meraklı herkes için oldukça ilham verici. İnsanda yapmak istedikleri için harekete geçme isteği uyandırıyor. Patti Smith'in samimi anlatımı ve dili kitabı daha çok sevdiriyor. Sohbet havasında yaşadıklarını ve duygularını tüm içtenliğiyle kağıda dökmüş.

Bir süre Leonard Cohen'in Janis Joplin ile olan ilişkisini anlattığı Chelsea Hotel No 2 adlı ünlü şarkısında da adı geçen otelde kalırlar. Janis Joplin, Jimi Hendrix, Jim Morrison, Frank Zappa, Bob Dylan ve Andy Warhol gibi pek çok Beat Kuşağı ünlüsü Chelsea Hotel'de kaldığından, yolu Patti Smith ile kesişenler de kitapta yerlerini almışlardır. Kitabı okursanız, Patti Smith'in Horses albümünün kapağındaki fotoğrafın hikayesini de öğreneceksiniz.

Tüm bu yönleriyle de Çoluk Çocuk, dönemin içinde yaşamış birinden dinlediğimiz tarihsel bir doküman olma niteliği taşır. Dönemi dikkatli incelersek, elbette bu ünlülerden pek azı hayatta kalmayı başarabilmiştir. Eroin komaları, alkol zehirlenmeleri, HIV taşıyıcılığı gibi aşırılıklardan ortaya çıkan sorunlarla boğuşurlar. Bu açıdan bakınca çokta özendirici bir hayat yaşamadıklarını söyleyebiliriz. Hayatta kalmayı başaranlardan Patti Smith ise bize dönemin gerçekliğini tüm çıplaklığıyla yansıtır ve hikaye bir ağıta dönüşür. Ayrıca kitapta Robert Mapplethorpe ve Patti Smith'in pek çok fotoğrafı bulunmaktadır.

Bir duyuru: Artık yazılarım, güncel kültür-sanat ve edebiyat haberlerinin yer verildiği bir portal olan, dost site Eskimeyen Kitaplar'da da yayınlanacaktır.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Efsanenin Dönüşü: Pink Floyd / The Endless River

Hiç yorum yok
Pink Floyd'un yeni albüm duyurusunu buradan yapmıştım. O günden bu güne hiç geçmeyeceğini düşündüğümüz 4 ay geçmiş ve muhtemelen son Pink Floyd albümü olacak The Endless River bu cuma yani 7 Kasım 2014'te piyasaya çıkıyor. Gözümüz aydın.

Tabi bu zaman zarfında Pink Floyd albüm kayıtlarının bir kısmını yayınlayıp, heyecan seviyemizi yükseltmeyi de başardı. Aşağıdaki kaydın tamamını dinlemek için sabırsızlanıyorum doğrusu.


Tracklist şöyle;
Things Left Unsaid
It's What We Do
Ebb And Flow
Sum
Skins
Unsung
Anisina
The Lost Art Of Conversation
On Noodle Street
Night Light
Allons-y (1)
Autumn'68
Allons-y (2)
Talkin' Hawkin
Calling
Eyes To Pearls
Surfacing
Louder Than Words

Ayrıca albüm daha piyasaya çıkmadan yılın en çok ön sipariş alan albümü olmayı başarmış. Beklentimiz zirve yapmış durumda. Bu tutumun kaynağı David Gilmour'un 'Eskiden müzik bu kadar çabuk tüketilmezdi. Alınan albümler uzun süre dinlenirdi çünkü istenilen albümü bulmak için zaman ve emek harcanırdı.' açıklamasının etkisi var mıdır bilinmez.

Belki Gilmour müziğe zahmetsiz ulaşmak konusunda haklı. Bu sebeple müzik de diğer her şey gibi daha çabuk tüketiliyor. Fakat buna direnmenin manası yok. Bu devirde kimse illegal yöntemlerle film ve müzik elde edilmesini engelleyemez. Engellemeye çalışırsınız, teknoloji bu yeni duruma göre hemen evrilir. Bu durumda en doğrusu, çağın getirdiklerine direnmek yerine yeni çözümler üretmektir. Radiohead'in The King of Limbs albümü çıktığında yaptıkları sistem güzel bir örnek. 9$'lık bir ücret karşılığı albümün sitesinden mp3 format ile tüm şarkıları bilgisayarımıza indirebildik. Üstelik illa ben Plak/CD isterim diyenleri düşünüp böyle bir seçenek sundular. Eskiye dövünmek yerine yeni yöntemler denemek lazım. Biz istesek de istemesek de zaman değişiyor.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Amadeus: Tanrı'nın Sevgili Kulu

Hiç yorum yok
Salieri: Beni yalnız bırak.
Peder: Acı içindeki bir ruhu yalnız bırakamam.
Salieri: Kim olduğumu biliyor musun?
Peder: Hiç farketmez. Bütün insanlar Tanrı’nın gözünde eşittir.
Salieri: [Alay ederek eğilir] Eşitler mi?

Yukarıdaki diyalogda başı çeken isim 1750 - 1825 yıllarında yaşamış, İtalyan klasik müzik sanatçısı ve besteci Antonio Salieri. Avusturya Krallığına bağlı bir müzisyen. Mozart'ı zehirleyerek öldürdüğü iddia edilir. Fakat bununla ilgili net bir kanıt bulunamamıştır. Aslında o dönemde, Salieri ve Mozart'ın arasında tam olarak ne geçtiğini de bilemiyoruz. Müziğin dahi çocuğu Mozart, genç yaşta (35) hayatını kaybettiğinde, yazılan biyografilere, ilgi çekmesi için bazı eklemeler yapılmış. Sonrasında oluşan bilgi kirliliği günümüze kadar gelmiş.

Dolayısıyla bu film, "Based on the true story" değil de hem ölümü, hem mezarı şaibeli olan, Wolfgang 'Amedeus' Mozart'ın yaşanmış olması mümkün olan bir biyografisi diyebiliriz. Filmde, Mozart'ı, Salieri'nin gözünden izliyoruz. Daha doğrusu Salieri'nin Mozart takıntısını, hayranlığını ve nefretini izliyoruz. Bu durum bir nevi Salieri biyografisi olarak algılanmasına da sebep olmuş ve hemen arkasından filmin isminin neden Amadeus olduğu eleştirileri gelmiş. Amadeus 'Tanrının sevgilisi, Tanrı'nın sevdiği kul' anlanıma gelen Latince bir kelime. Mozart'ın müzik yeteneklerinden dolayı kendisine bu isim sonradan verilmiştir. Salieri'nin de eleştirdiği nokta budur. Aslında dünya adaletsiz bir yerdir. Kimi insanların çok çalışarak elde etmeye çalıştığı bilgi, beceri seviyesi, kimi insanlar için hiç çaba gerektirmez. Yaptığı bestelerinin kopyasını bile yapmaya gerek duymayan, duyduğu şarkıları tek seferde ezberleyip üstüne nota hatalarını düzelterek çalabilen Mozart ilk gruptan. Salieri ise pek çok insan gibi ikinci gruptan. Çok çalışkan, disiplinli, dikkatli, hırslı ve müzik aşkıyla yanıp tutuşmakta. Ona göre tam da olması gerektiği gibi. Salieri'nin derdinin Mozart ile olduğunu düşünürsek Amadeus filmin ismi için en doğru seçim.


Filme giriş yapmadan önce belirteyim, filmi dün 2. kez izledim. Olası bir gelecekte tekrar izleyeceğime de eminim. Bana göre bir film nasıl olmalının cevabı 'Amadeus'. Açılış sahnesinden, kapanış sahnesine kadar dolu dolu bir 3 saat. Klasik müziğe doyacağınız, Mozart'ın kahkahalarına eşlik edeceğiniz, aşk ve nefret arasındaki o ince çizgiyi sorgulayacağınız bir 3 saat. Yönetmen Milos Forman. Yine çok sevdiğim filmlerden olan One Flew Over the Cuckoo's Nest (Guguk Kuşu) ve Man on the Moon (Aydaki Adam) filmlerini de yönetmiştir. Ve tüm bu filmlerden bolca Oscar, Golden Globe ödülü kazanmıştır. Başrollerde ise F. Murray Abraham (Salieri) ve Tom Hulce (Mozart) var.

Hikaye anlatıcımız Salieri olduğu için film onun yaşlılığı ile başlar. Mozart'ı öldürdüğü için vicdan azabı çekmektedir ve kendisini de öldürmeye çalışır. Henüz küçük bir çocukken Tanrı'yla anlaşma yapmıştır. Tek istediği müziğiyle anılmak, çok sevilmek ve yıllar sonra bile unutulmamaktır. Tıpkı Mozart gibi. Bunun karşılığında Tanrı'ya bekaretini saklamayı vaat eder. Tanrı, çekmesi gereken vicdan azabını yeterli görmemiş olacak ki, kendisini öldüremez. İşte bu inanılmaz acıyı F. Murray Abraham'ın oyunculuğundan çok net anlayabiliyoruz. Yaptığı anlaşmayı bozan, onun yerine Mozart'ı ve onun müziğini dünyaya tanıtması için seçen Tanrı, şimdi de onu öldürmeyerek cezalandırmaya devam eder.


İntihar teşebbüsünden dolayı gittiği akıl hastanesinde, yukarıdaki diyaloğun taraflarından biri olan pedere tüm hikayeyi anlatmaya başlar. Burada bir es verirsek Milos Forman'ın Guguk Kuşu'ndaki etkileyici akıl hastanesi sahnelerini bu filmde de görebiliyoruz. Adamın delilere karşı bir hassasiyeti var.

Salieri, Mozart'ın çocukluğundan beri çeşitli krallıklarda çaldığından haberdardır ve müziğine hayrandır. Fakat onu daha önce hiç görmemiştir. Nasıl bir adamdır bu hayranlığı beslediği kişi ve bu hayranlığı hak ediyor mudur? Bir gün Viyana Kraliyet Sarayı'na gelen Mozart'ı kalabalık arasından, gözlemleyerek tanımaya çalışır. Bir şekilde, korkunç kahkahası ile bir kadınla oynaşan adamı izlemeye başlar. İçeriden müziğin sesini duyan Mozart 'Benim müziğim, bensiz başladılar' telaşıyla oradan ayrılır. Ve bingo! İşte ilk hayal kırıklığı. Bu küstah adam, Salieri'nin onun gelişi için bestelediği müziği de tek dinleyişte çalmış ve eklemeler yaparak güzelleştirmiştir. Mozart, Salieri'nin zıt karekteridir. Havai, uçuk kaçık, kadın düşkünü, içki içen, eğlenmeyi seven ve parasını asla kontrol edemeyen. Ve Tanrı, müziğini duyurmak için bu adamı seçmiştir. Neden? Eğer kendisi müziğiyle sevilmeyecekse, neden bu bitmek tükenmek bilmeyen müzik aşkı ile yaratılmıştır. Kıskançlık, haset gibi duyguların insana neler yaptırabileceği malum. Bu duygunun insanın içine yerleşmesi ise an meselesi. İşte o an Salieri, hayran olduğu bu adamdan nefret etmeye başlar. Şu soru her şeyi özetliyor: Tanrım, neden bu adama bu yeteneği verdin ve neden bana sadece onun yeteneğini anlayabilecek bilgi verdin?

Bu arada, yukarıda bahsettiğim 'Mozart'ı tanımaya çalışmak' bize çok uzak bir kavram olarak tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı. Bu devirde biri ünlü olacak ve onu tanımayacağız. Bu imkansız.


Mozart'ın tutarsız davranışları Salieri'nin en büyük yardımcısı olacaktır. Verdiği konserlerden epeyce para kazanmış olmasına rağmen yine de parasızdır. Hesabını bilmez, tabiri caizse har vurup harman savurur. Bu bilgiler Mozart'ın bilinen hayatı ile örtüşüyor. Döneminde pek çok insandan çok kazanmış fakat hep parasız kalmış, herkesten borç istemiştir. Yine zor durumda iken, öğrencilere ders vermek ister. Salieri'den yardım ister ve umduğu gibi yardım alacağının sözünü alır. Fakat Salieri'nin Mozart'a yardım etmek gibi bir niyeti hiç olmamıştır. Mozart ise bunu hiç fark edemeyecek kadar çocuktur. Mozart'ın genç kızları taciz ettiğine dair söylentiler yayar. Bu söylentiler işe yarayacaktır ve Mozart'ın çocuklarına ders vermesini kimse istemeyecektir. Hatta yazdığı operaların sahnelenmemesi için de elinden geleni yapar Salieri. Özellikle Mozart'ın karısı iş istemek için gittiğinde, bir kadına yapılabilecek en büyük kötülüğü yapmış, yardımı karşılığında gece odasına davet etmiş ve birlikte olmamıştır. Hem Tanrı'ya verdiği sözü tutmuş hem de Mozart'dan intikam almıştır.


Film 3 saat olunca anlatacak çok şey oluyor. Sanırım artık, film içeriğini burada kesmeliyim. Kısaca bahsetmek gerekirse, hepimizin bildiği Türk Marşı'nın bestelenme süresi ve yine Türkleri anlatan 'Saraydan Kız Kaçırma' operasından da sahneler izliyoruz. Ayrıca Mozart'ın son bestelerinden, ünlü Ölüm Ayini(Requim)'ninde bestelenme sürecine tanıklık ediyoruz. Hikayenin doğruluğu hakkında bir bilgi yok. Fakat Mozart'ın bu besteyi kendi ölümünü düşünerek yaptığını söyleyenler var. Requim'i bestelerken Mozart, içten içe ölümü çağırır. Mozart'ı müzik dünyasına kazandıran babası Leopold'da filmde kısa da olsa bulunmakta. Gerçek hayatta babası Mozart'ın en değer verdiği kişidir ve birlikte pek çok ülke dolaşmışlardır. Filmi Salieri'nin anılarından izlediğimiz için bu detaylar elbette filmde yok.

Bir yandan da Mozart'a üzülmekten kendinizi alamıyorsunuz. Evlilik, para ve şöhreti kaldıramayan, sorunlarıyla yüzleşemeyen dahi bir çocuk. Hayat onun gözünde içinde mükemmel müziğinin olduğu bir oyun bahçesi.

Sanırım ben bu filmi, aşk ve nefreti bir arada anlattığı için seviyorum. İnsan psikolojisini, bir amaç için yapılanları ve yapılanların olası sonuçlarını gösterdiği için de seviyorum. Klasik müziğe doyacağımız sahneler de hikayenin olmazsa olmazı. Ayrıca film 1984 tarihli olmasına rağmen, ilk izlediğimde filmin tarihine bakıp yuh dediğimi de hatırlıyorum. Görüntü kalitesi, sahneler, oyunculuklar hepsi muazzam.

İyi seyirler.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder