Kompakt Disk Blog

"Dinle, oku, gör: Müzik, kitap, film"

Cuma Şarkısı: Dawn Golden / Discoloration

Hiç yorum yok

Yeni keşfettiğim ve son bir kaç gündür sürekli dinlediğim bir şarkı paylaşıyorum bugün. Shameless 5. sezon 6. bölümde çalan şarkı, Youtube yorumlarına da bakınca epey sükse yapmış görünüyor. Elbette şarkı bunu hak ediyor.

Dawn Golden, 2010 yılında hayata geçmiş bir solo elektronik müzik üretimi ve söz yazarlığı projesiymiş. Discoloration, Mayıs 2010'da piyasaya çıkan Still Life albümünün ilk şarkısı. İlk şarkıyı geçebilirsem albümü de en yakın zamanda dinlemeyi düşünüyorum :) Discoloration dinlerken insana bir yandan huzur ve sakinlik verirken, diğer yandan harekete geçip bir şeyler yapma isteği uyandırıyor. Güzel şarkı işte, dinleyin.


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Gin Wigmore / Black Sheep

Hiç yorum yok

Bu karlı ve soğuk İstanbul gününde uykumuz gelmesin, ağırlık bastırmasın. Enerji yüklü şarkı, çok uzaklardan, Yeni Zelandalı şarkıcı Gin Wigmore'dan geliyor. Uzun zamandır tek bir şarkıcıya ait albüm dinlemiyordum. Özellikle Spotify'ın hayatıma girmesi ile kendi çalma listelerimi oluşturuyor ya da beğendiğim çalma listelerini dinliyorum.

Gin Wigmore'ın Gravel & Wine albümünü dinlemeye başlayana kadar. 27 yaşındaki şarkıcının albümü Yeni Zelanda'da 2011'de, Amerika'da ise 2013'de yayınlanmış. Black Sheep albümün pek çok iyi şarkısından sadece biri ve acayip eğlenceli.

Babasını kaybetmesinin ardından Hallelujah adlı şarkıyı yazarak ülkesinde tanınan Wigmore, güçlü sesi ve güzel şarkıları ile yakın gelecekte daha çok tanınacaktır.


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Sıradışı Bir Aşk Hikayesi: Harold and Maude

Hiç yorum yok

Maude: Herkesin kendini aptal durumuna düşürmeye hakkı vardır. Dünyanın seni çok fazla yargılamasına izin veremezsin.

Harold and Maude 1971 tarihli bir Hal Ashby filmi. Çok sevdiğim film hakkında iki kelime etmediğimi görünce, yazmaya karar verdim. Aslında senaryo olarak sıradışı olarak niteleyemeyeceğimiz bir konuya sahip. Hayata küsmüş bir erkek ve yaşam sevinciyle dolu bir kadın. Birbirleriyle tanışırlar ve birinin hayata bakışı değişmeye başlar.

Filmi yukarıdaki standartlıktan ayıran birinci özelliği tarzı. Çünkü Hal Ashby tam bir hippie ve film 70'lerde geçiyor. Renkler, görüntüler ve müzikleri ile tam bir dönem filmi. Neredeyse tüm müzikler Cat Stevens'a (artık adı Yusuf İslam) ait. İkincisi ise mevzubahis erkek ve kadın arasındaki yaş farkı.
Harold, 17 yaşında ölüme merak salmış, hayatını nasıl sonlandıracağına karar vermek için provalar yapan ve cenaze arabasıyla dolaşan genç bir adam. Denediği tüm intihar senaryolarına "büyü artık Harold" tepkisini veren bir anneye sahip. Üstelik zengin ve kendisi için kimlik arayışında. Maude ise 80'ini devirmiş çılgın bir ihtiyar. Hayatın her anının tadını çıkaran, değişiklikler deneyen ve yaşamaktan keyif alan bir kadın.

Bu ikilinin ortak bir özelliği var. İkisi de cenazelere gitmeyi çok seviyor ve tanışmaları da bir cenaze esnasında oluyor. Maude enerjisiyle Harold'ın bembeyaz yüzüne renk gelmesini sağlıyor. Yaşanmışlıkların ve tecrübenin bilgeliğiyle Maude, Harold'a nasıl yaşaması gerektiğini anlatıyor ve hayattan keyif almayı öğretiyor.
Beraber takılmaktan gayet mutlular ve tabi bu durumun sonucunda aşk kaçınılmaz oluyor. Aralarındaki 63 yaşlık farka rağmen birbirlerinin yanında huzur bulabilen, beraber eğlenebilen bir ikili çıkıyor ortaya. Başta kulağa biraz garip gelse de filmde bu durum inanın sizi hiç rahatsız etmeyecek. Zaten hikaye öyle bir akıyor ki eğer aşkı göremesek bozulabilirdik.

Son söz olarak Harold and Maude nevi şahsına münhasır diyebileceğimiz bir filmdir ve her zevke hitap etmeyebilir. Açılış ve kapanış sahneleri etkilidir. Gotik havasına rağmen insanı mutlu eden ve gülümseten bir kara komedidir. Üstelik müzikleri de çok güzeldir.

Hal Ashby'nin çok sevdiğim bir filmi daha var ve hakkında tam beş yıl önce yazmışım. Okumak isteyenlere linki Being There.

Yazıyı filmden güzel bir şarkıyla bitirelim.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Cuma Şarkısı: Bob Dylan / The Man in Me

Hiç yorum yok
The Man in Me, Bob Dylan'ın 1970'te yayınlanan New Morning albümünden. Şimdi, hesaplayınca 45 yıllık şarkı. Coen kardeşlerin ünlü The Big Lebowski filminin soundtrack'inde de açılış şarkısı olarak hafızalara kazınmıştır.

Bob Dylan'ın pek çok şarkısı gibi The Man in Me'de çok güzel ve samimi bir şarkı. Her dinlediğimde kendimi daha mutlu ve huzurlu hissederim. Dylan, erkeklere içlerindeki potansiyeli çıkarmak istiyorlarsa, kendilerine benzeyen kadınlar seçmeleri konusunda öğüt veriyor. Bir kadın olarak buna katılmamak mümkün değil.


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Tirza: Modern Zamanlar ve Saplantı

Hiç yorum yok
Kitabın ismine aldanmayalım. Tirza'nın ana karakteri, son derece sıkıcı bir burjuva varoluşu içinde yaşayan, emeklilik yaşının eşiğinde bir Amsterdamlı olan Jörgen Hofmeester. Küçük kızı Tirza'ya takıntılı bir şekilde bağlı. Kendini kızına ve onun hayatını kolaylaştırmaya adamış. Kitap editörü olan Hofmeester yemek yapmayı çok seviyor, klasik müzik dinliyor ve işinin gereği de bolca okuyor. Kızlarını da benzer dünya görüşüyle yetiştirmeye çalışmış. Büyük kızında bunu başaramamış fakat Tirza'dan umutlu. Karısının başka bir adam için evi terk etmesinin ardından kendi evine yani içine kapanarak hayatına devam etmiş.

Zaten başka bir hayatı hiç düşünmemiş. Karısının kurallara uymaması ve her anne gibi çocuklarını yetiştirmeyi seçmemesi, Hofmeester gibi bir karakter için zorlu bir yolun başlangıcı niteliğinde. Bu eksikliği hissettirmemek için olağanüstü bir çaba sarf etmek zorunda kalması kendi hayatını yaşamasına hep engel teşkil etmiş. Elbette her etkinin bir tepkisi olduğundan karısının Hofmeester'ı neden terk ettiğini anlamak için de müneccim olmaya gerek yok.

Kitap Tirza'nın uzun soluklu bir Afrika gezisine çıkmadan önce babasının düzenlediği veda partisiyle açılıyor. Parti için özenle suşi hazırlarken yapacağı konuşmaya kadar her detayı düşünen Hofmeester, kimsenin unutamayacağı bir gece düzenlemekte oldukça kararlı. İnsanoğlu planlar yaparken ve hayatının bu planlar üzerinden akıp gideceğini düşünürken evren bize güler. Planlarımızda ısrar etmeye devam edersek, her seferinde daha ağır şakalarla karşımıza çıkabilir. Hofmeester, kendisi ve kızı için elleriyle yaptığı bu korunaklı yuvanın dağılmak üzere olduğunun farkında. Tirza'nın büyümesi artık onun hayatını kontrol edemeyeceği anlamına geliyor. Eskiden babası her istediğinde çello çalan küçük kız yuvadan uçuyor. Üstelik Afrika kökenli bir Müslüman genç ile. Hofmeester gibi kültürlü ve modern bir babanın böyle şeylere takılması, başta kulağa biraz saçma gelebilir.

Hikayenin arka planında 11 Eylül saldırısı ve sonuçları yatıyor. Hofmeester normal kabul edilenden epeyce fazla takıntıya ve kurala sahip. 11 Eylül sonrasında çıkan ekonomik krizle işini kaybetmiş. Yine de sanki hiç kovulmamış gibi her gün aynı saatlerde evden çıkıp işe gitmeye devam etmiş. Pek tabi gidecek bir işi olmadığından havalimanına giderek kalabalıklar içinde kaybolmuş. Hofmeester'a göre tüm bunların tek bir sorumlusu var. 11 Eylül olaylarında adını sıkça duyduğumuz Muhammet Atta. Gördüğü her esmer tenli Müslüman onun için potansiyel bir Muhammet Atta ve biricik kızı, kafasında bu tanımlaya oturttuğu biriyle Afrika'ya doğru yola çıkıyor. Hofmeester kızını korumayı başarabilecek mi? Tirza'nın gerçekten Faslı erkek arkadaşından korunmaya ihtiyacı var mı?
Tirza'nın yazarı Hollandalı Arnon Grunberg modern dünya insanının çelişkilerini, acılarını ve yalnızlığını kağıda çok iyi aktarmış. Her sayfasıyla gittikçe derinleşen psikolojik analizleri keyifle okudum doğrusu. Saplantılar, ön yargılar, bastırılmış duygular herkes için tehlike içerir. Belki de en önemlisi objektifliğimiz kaybettirir ki bu da bakış açımızı etkileyeceğinden hayatımızı hiç istemediğimiz bir yöne doğru ilerletebilir. Mükemmellik takıntısının vücut bulmuş hali olan Hofmeester için hayat hepimizden daha zor ilerlemekte. Gerçekle hayali, tehlikeyle güvenliği idrak edebilecek bilinci çoktan kaybetmiş. Kafasında oturtmaya çalıştığı kuralların dışına çıkılmış. İnsan için herhalde en kötü hayal kırıklığı yıllarca doğruluğuna inandığı sistemin bir anda yıkılmasıdır. Oysaki kendimizi korumanın en güzel yolu dünyaya bakış açımızı mümkün mertebe esnek tutabilmekte.

Hayatın akışını hiç kimse kontrol edemez. İnsan eliyle yapılan en mükemmel sistemler bile bir gün yıkılmaya mahkum.

Kitap okumaya vaktim yok diyenler için Tirza Hollandalı yönetmen Rudolf van den Berg tarafından 2010'da sinemaya uyarlandı. Elbette kitap çok daha güzel. Filmde kurguyu biraz değiştirmek zorunda kalmışlar ve hikayede boşluklar oluşmuş. Buna rağmen filmi de başarılı bulduğumu söyleyebilirim.

Tirza, son dönemde okuduğum en iyi kitaplar arasında yerini aldı.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Cuma Şarkısı: Bob Marley / Buffalo Soldier

Hiç yorum yok

Buffalo Soldier (Bufalo Askerleri), Amerikalı ve güçlü beyaz adamın kendisi için sorun yaratan Kızılderili halktan kurtulmak için köle siyahileri gönderdiği bir savaşta, karşılarında beyaz adamları değil de Afrikalıları görünce şaşıran yerlilerin, siyahi askerlere taktıkları isim olarak literatüre girmiş.

Afrika'dan çalınıp Amerika'ya getirilen ve beyaz Amerikalıların dünya üzerinde kuracağı yeni egemen düzene yardım etmek zorunda bırakılan siyahi askerlerin yaşadığı trajediyi, Bob Marley eğlenceli bir şarkıya çevirmeye başarmış.

Çok sinirli olduğum zamanlarda dinlerim bu şarkıyı, bugün olduğu gibi. İnsanı mutlu eden ve kesinlikle sakinleştiren bir etkisi var. Aslında bu etki Bob Marley şarkılarının çoğunda var. Fakat bu şarkı en sevdiğim Marley şarkısıdır.



Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Yanık Portakal: Sanat ve Polisiye

Hiç yorum yok
Yılda bir kaç kez toplu kitap alışverişi yaparım. Geçen hafta ne zaman aldığımı hatırlayamadığım Yanık Portakal'ı kitaplıkta görünce okumaya karar verdim. Okurken de neden uzun zamandır polisiye roman okumadığımı sorguladım. Gerçekten iyi kurgulanmış bir polisiye roman okurken epey keyif veriyor çünkü. Kitabı bitirmemle bu türü daha fazla okuma kararı almış olarak kitaptan bahsedebilirim.

Amerikalı yazar Charles Willeford, 1988 yılında hayatını kaybedene kadar, 69 senelik ömrüne çok fazla meşguliyet sığdırmış doğrusu. Öncelikle ömrünün 24 senelik uzun bir dönemini orduda geçirmiş, II. Dünya Savaşı'na katılmış ve Air Force'dan(Amerikan Hava Kuvvetleri) emekli olmuş. Orduda geçirdiği yılların kitaplarındaki psikopat karakterleri açıkladığı kesin. Willeford, aynı zamanda profesyonel at terbiyecisi, boksör, aktör, üniversite hocası, dergi editörü, radyo spikeri, şair, ressam ve yazıya bahis olan mesleğiyle bir yazar. Koltuğuna pek çok uzmanlık alanı ve meslek sığdırmış. Doğrusu gıpta ettim bu özelliğine.

Kitaba döner isek, James Figueras bir sanat eleştirmeni. Az çok sanat dünyasından tanınmış, makaleleri önemli sanat ansiklopedilerinde yayınlanmış. (Ansiklopediye aşina bir yaştayım fakat ansiklopedi yazarken zorlandım :) Kariyeri iyi gidiyor diyebiliriz. Tabi kazancını artırması lazım ve kim daha fazla ünlü olmak istemez. James de elbette tüm bunları istemekte. Saygı görmek, yazdıklarına itibar edilmesi öncelikli dilekleri. Arkasından daha çok kazanma isteği geliyor. Hiçbir ressamdan hediye tablo kabul etmemek gibi prensiplere sahip.

Berenice, James'in kız arkadaşı. İddiasız ve taşralı bir öğretmen. Berenice'in aşkı sahici diyebiliriz. James için aynı şeyi söylemek zor. Bir kere kibirli bir karakter ve her diyalogda bu hissediliyor. Açıkça yaptığı hakaretleri saymıyorum bile. James, ondan kurtulmak istiyor ama beceremiyor. Hikayenin seksi kadın açığını dolduran yuvarlak hatlı bir sarışın. Aslında en masum ve iyi niyetli karakter.

Jacques Debierue, ünlü Fransız ressam. Nihilist sürrealist olarak anılan bir akımın kurucusu olarak görülmekte. Goya, El Greco ve Michelangelo'dan daha ünlü. Bugüne kadar No.1 adlı tek bir eseri Paris'te sergilenmiş ve bu eseri görmek isteyenler için Amerika'dan turlar düzenlenmiş. Çok az eleştirmen ve gazeteci ile konuşmuş. Eserlerinden birine sahip olan yok. Hayranlarının kurduğu 'Debierue sevenler derneği' sayesinde yaşamını sürdürüyor. Yaşamı ve sanatı tam bir muamma.

Cassidy kitaptaki son karakter. Avukat ve koleksiyoncu. Bir Debierue tablosuna sahip olmak istiyor ve yaptığı plan ile yukarıda adı geçen karakterleri bu amaç etrafında toplamayı başarıyor.

Kitabın en sevdiğim yanı, karakterlerin psikolojilerinin ve olaylar karşısındaki tepkilerinin çok iyi anlatılması diyebilirim. Aynı zamanda ressam olan Willeford, hikayesini anlatırken sanat dünyasını eleştirmeyi de ihmal etmemiş. Özellikle modern sanat olarak adlandırılan o kadar gereksiz eser var ki. Zamanında modern sanatla uğraşan bir sanatçının(!) sergisi için web sitesi tasarlamıştım. Sergiyi kısaca gözünüzün önünde canlandırın lütfen. Bir kadın ve bir adam çıplak olarak stretch filmlere sarılmış olarak karşılıklı oturuyor. Bu fotoğraf ilk bakışta herkese saçma geleceği için açıklama koyduk elbette. "Sanatçı bu poz ile kendini dünyadan soyutlayan insanları temsil etmektedir vs."

Düşünün bir yanda Da Vinci, Michelangelo, Goya, Picasso ve Rönesans ressamlarının eserleri, bir yanda da modern sanat diye itelenen çeşitli sergiler, kitaplar ve tablolar. Elbette bu yazdıklarımdan modern sanat kötüdür anlamı çıkarmayın. Modern sanat da güzel eserlere ve temsilcilere sahip. Benim derdim, herhangi bir emeği ve fikri temsil etmeyen eserlerin gereksiz olarak yüceltilmesi. Eğer bu eserleri yüceltmez isek ortaya çok daha kaliteli işler çıkması kuvvetle muhtemel.

Ve son olarak kitapta bol bol adı geçen akımlar. Debierue Nihilist/Sürrealist akımın kurucusu olarak adlandırılıyor. Ünlü No.1 eseri, duvardaki boş bir çerçeve. Bu eser üzerinden bile insanlar ikiye bölünmüş. Bu iki fikrinde tarafları var. insanlık her daim her konuda ikiye bölünmeye hazır ve nazır.

Son söz olarak, yaşadığımız bu İmagoloji (İmaj bilim) çağında maalesef imaj her şey.

Not: Yanık Portakal ve Miami Blues yazarın Türkçe'ye çevrilen iki eseri. Wikipedia'ya göre oldukça uzun roman listesinden sadece 2 tanesinin çevrilmiş olması ise kayıp.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder