Kompakt Disk Blog

"Dinle, oku, gör: Müzik, kitap, film"

Arcade Fire Sunar: THE SUBURBS

Hiç yorum yok
Kanadalı Indie Rock grubu Arcade Fire'ın üçüncü stüdyo albümü olan The Suburbs Ağustos 2010 itibariyle hayatımıza girmiş bulunmakta.

Grup yeni albümü ile kariyerinde ilk defa İngiltere listelerinde 1 numaraya kadar yükselme başarısını gösterdi. Win Butler 'Ne bir aşk mektubu ne de bir iddianame, varoşlardan bir mektup' dediği albümün sound'u içinse 'Neil Young ve Depeche Mode karışımı' yorumunu yapmış.

Albümdeki tüm şarkıların grup tarafından yazılıp bestelendiği liste şöyle;
1. The Suburbs 5:14
2. Ready to Start 4:15
3. Modern Man 4:39
4. Rococo 3:56
5. Empty Room 2:51
6. City with No Children 3:11
7. Half Light I 4:13
8. Half Light II (No Celebration) 4:25
9. Suburban War 4:45
10.Month of May 3:50
11.Wasted Hours 3:20
12.Deep Blue 4:28
13.We Used to Wait 5:01
14.Sprawl I (Flatland) 2:54
15.Sprawl II (Mountains Beyond Mountains) 5:25
16.The Suburbs (Continued) 1:27

Albüm için 8 alternatif kapak tasarımı hazırlanmış. Aşağıdan görülebilir.


Arcade Fire dinlemekten oldukça keyif aldığım bir grup. Neighborhood 1 Tunnels, Neighborhood 2 Laika, Wake Up, Crown of Love gibi şahane şarkıları var.

İlk izlenim favori şarkılarım Modern Man ve albüme de adını veren The Suburbs oldu.

Her türlü müzik aletini çalabilen birbirinden yetenekli 8 elemanı bünyesinde barındandan Arcade Fire'ın canlı performansları da dillere destan. Yakın zamanda bir İstanbul konseri olur belki. Yeni albüm turnesi falan, nası şahane olur...

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Yeraltı Peygamberi

Hiç yorum yok

Hapishane ve asker temalı filmlerden pek hazetmem doğrusunu isterseniz. Bahsettiğim tarzın kült filmleri olan The Shawshank Redemption ve Full Metal Jacket benim içinde istisnadır elbette. Şimdi bunlara gönül rahatlığıyla A Prophet(Un prophète)'i ekliyorum.

Malik El Djebena inkar etsede polis dövmekten 6 yıl yer ve maphus damlarına düşer. Arap asıllıdır. 19 yaşında okuma-yazma dahi bilmeden girdiği bu hapishanede yaşam ve ölüm arasında ciddi bir karar vermeye zorlanır. Bu kararın ardından hapishane yönetimini elinde bulunduran Korsikalı güçlü ve acımasız adamların himayesi altına giren El Djebena hayatı bu dört duvar arasında öğrenecektir. Öyleki ilk kez uçağa binecek, para kazanacak, denizi görecek ve başkalarına liderlik edecektir. Hapishaneye ilk geldiğinde sorulara doğru düzgün cevap veremeyen bir adamdan bahsediyoruz.

Korsika mafyasının kontrolünde ki hapishanede Malik onların Arabı olarak ayak işlerini yapar, aralarında vakit geçirir. Bolca aşağılamaya ve kullanılmaya maruz kalan Malik, soğuk kanlı ve tedbirlidir. Hatta güvenlerini kazanarak daha kapsamlı işler de yapmaya başlayacaktır.

Aslında hayatı boyunca kendini hiçbir kimliğe ait hissedemeyen, ötekileştirilen bir karakter olsa da sonunda kendi ait olduğu yeri bulur.

Zamanla hayatta kalma duygusunun ötesinde hırsı ve acımasızlığı ile güçlü bir karakter olarak, zekasının yanında biraz da şansının yardımıyla, gözümüzün önünde geldiğinden çok farklı bir adama dönüşecektir Malik. Sadece dinleyerek bir dili anlayabilme ve öğrenme gibi yeteneklerinden faydalanmayı da ihmal etmeyecektir.


Karakteri canlandıran Tahar Rahim bu gelişimi abartısız ve doğal olarak perdeye yansıtmayı başarmış.

Filmin süresi zaman zaman uzun gelecektir. Kendini tekrar eden ayrıntıları görmesekte olurmuş hani. Ek olarak çok başarılı sahneler vardı.. Anahtar kelimelerle örnek vermek gerekirse jilet, jileti kullanma, hücre arkadaşı(!), sağır olduğu sahne gibi :)

Daha fazlakonuşursam filmin sonunu falan anlatmaya başlıycam. Burada kesiyor ve iyi seyirler diliyorum.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Seyahat Özgürlüğünüze Sahip Çıkın!

Hiç yorum yok
Eğer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı isek burnumuzun dibindeki ülkelere gitmek için bile izin istemeye fazlaca alışmışız demektir.

Bu vize meselesi hep canımı sıkmıştır. Yıllar önce Fransa'da yaşayan ablamı ziyaret etmek istedim, 1 haftamın en erken sabah saatlerini konsolosluk önünde uyukluyarak geçirdim. Sonuç hiçbir açıklama yapmadan red mühürüyle beraber pasaportumu geri verdiler. Sağolsunlar pek düşünceliler, herhalde üzülmeyelim diye nedenini de söylemediler.

O kadar evrak topla, uğraş, didin ama kendini beğendireme. O zamanlar yeni mezun işsiz bir gençtim, haliyle gezmek görmek istiyordum. Tabi terörist olma, Fransa'ya iltica etme ihtimalim de çok yüksekti. Fransa durumu farketti ve kendime gelmemi sağladı.

Şimdi işimde, gücümde, maaş bordrom da var şükürler olsun. Ve fakat hayatımda kendimi en değersiz hissettiğim an olduğundan bu vize reddi, bir daha başvurmaya yeltenmedim. En son vizesiz, kimseden izin almadan Beyrut'a gittim. Yine vizesiz ülkelere seyahat etmeyi düşünüyorum.

Vize almak için ön şart olan pasaport alma zorunluluğu ve pasaportların el yakan fiyatları ise başka bir konu. Ülkemde herşey vatandaşın yurtdışına çıkmaması için planlanmış. Vizelerin 80 darbesi sonrası gelmesi ve o zamanki darbe hükümetinin vatan hainleri (ki memlekette herkesin her an vatan haini olabilme ihtimali baya yüksek) yurt dışına çıkmasın diye vizeyi bir güzel desteklemesi, biz bugünün gençlerine bırakılan en güzel miras olsa gerek. Daha iyisini hayal bile edemiyorum zaten.

Kendimize yaptığımız kötülükleri bize başka hiç kimse yapamaz. Sanıldığının aksine Amerika'nın, Rusya'nın, Avrupa'nın her an bizim ülkemizi bölmeye çalıştığına falan inanmıyorum. Bir ülkede bir sorun varsa evet dış güçler bunu kaşıyacak ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanıcaktır.

Bizimkilerin vizeyi kullanması, sonra vizeden milyon dolarlar kazanan diğer ülkelerin bu uygulamayı kaldırmaya yanaşmaması cidden vahim sonuçlar.

Pasaport pahalılığıydı aslında asıl değinmek istediğim konu, nerelere geldi.
http://seyahatozgurlugu.com/ sitesine girin, okuyun ve destek verin. Bu ülkede artık tedavülden kalkması ve çağımıza göre yenilenmesi gereken pek çok şey var. Başta vizeler. Sonrasında da seyahat özgürlüğünün bahsettiği üzere pasaport fiyatları. İndirime rağmen hala dünyanın en pahalı pasaportu bizde maalesef.

Devlet memuru ayrıcalığı olan yeşil pasaporta da gıcık olmuşumdur hep, bunu da belirtmeden geçemiycem. Özel sektörde çalışıyoruz diye daha çok tehlike arz etmemiz cidden düşündürücü.

Vize konusunu köşesine pek çok kez taşıyaran Vatan Gazetesi yazarı Mutlu Tönbekici'ye de teşekkürü bir borç bilirim.

Seyahat özgürlüğü gibi insan haklarının çok temel bir maddesi nasılda ihlal edilebiliyor. Belki benim gibi 80 sonrası doğan kuşak bu özgür seyahat hakkını tam anlamıyla elde edemiycek. Ama neden sonraki kuşaklar da bundan muzdarip olsun.

Siteyi yapanları tebrik ediyor ve canı gönülden destekliyorum. Bir "Vizeye Hayır" hareketi de umarım arkasından gelecektir.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Being There: Şans mı Akıl mı?

Hiç yorum yok

Bir adam düşünün hayatı boyunca hiç dışarıya çıkmamış. Orta yaşlı. Bahçıvanlık bildiği yegane şey. Arta kalan zamanlarında televizyon izlemeyi seviyor. Aslında izlemek değil de kanal değiştirirken 5-10 dakika ara vermek. Sürekli aynı şeyi izleyemiyor. Okuma-yazması yok. Hiç asansöre ve otomobile binmemiş. Kimliği yok, doktor kaydı yok. Doğuştan zeka özürlü olduğu için yaşlı adamın koruması altında başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan yaşayabilmiş.

Ancak yaşlı adamın ölüm olayı gerçekleşince ve kim olduğunu kanıtlayamayınca evin satışa çıkmasından dolayı kendini sokakta bulur Chance the Gardener. Ne bu ölüme tepki verebilmiştir ne de sokağa atılmasına. Sorgulamadan pahalı, şık takım elbiselerle dolu bavulunu ve uzaktan kumandasını alıp nereye gideceğini bilmese de yola koyulur. Ne de olsa yaşlı adamın en pahalı kıyafetlerini giymesine izin verilmiştir.

Chance(Şans) dış dünyada dolaşmaya başlar. Sokakta da ilk ilgisini çeken yine vitrindeki televizyondur. Televizyonla haşır neşir olurken kendisine bir limuzin çarpar. Kocası da hasta olan Eve Rand bu sakin, huzur dolu ve zengin görünümlü adamı evindeki doktorlara muayene ettirmek için evine davet eder. Böylece bu zengin malikaneye yerleşir Chance The Gardener (Chauncey Gardiner olarak çağrılacaktır bundan sonra).

Chauncey'in yükselişi başlar. İlik kanseri olan Ben Rand'in danışmanı olur. Hatta Ben daha da ileri giderek karısını Chauncey'e emanet edecektir.

Amerikan başkanı ile tanışır. Sorulara yine en iyi bildiği şey olan bahçıvanlık üzerinden yorum yapmıştır Chauncey. Ve fakat söylediği her şeyi herkes kendine göre yorumlayıp, yeni anlamlar katarak büyütür. Böylece dolaylı yoldan vemiş olduğu tavsiye Amerikan ekonomisi için örneklendirilir.

Son derece yüzeysel, basit ve ahmakca konuşan bir adamdır Chance. Olayların gidişatı, yanlış anlamalar ve yüklenen misyonlar birden bire Amerika'da en çok aranan adam olmasını sağlar. Yaşlı adamın hizmetçisi en doğal yorumu yapar "Amerika beyazların ülkesi".

İnsanların en basit şeye bile nasıl derin anlamlar yükleyip kör olabileceğinin kanıtıdır Being There. Bomboş bir adamın kendine güveni ile etrafındakileri fazlaca etkilemesidir. Güvenebileceği, sırtını dayayabileceği hiçbir şeyi olmamasına rağmen şansın yaver gidebileceğinin hikayesidir. Şanslı olduğunu bilmeyen bir adamın basit mutluluğudur. Kendisini şans zanneden insanların ahmaklığıdır.

Jerzy Kosinski'nin romanından uyarlanan filmde, yönetmen koltuğunda Hal Ashby oturuyor. Chance karakterinde ise Peter Sellers çok iyi bir iş çıkarmış. Film yavaş tempoda ilerler ama kesinlikle sıkmaz. Yer yer kahkalar bile atarsınız. Belki bu pembe panter etkisidir ya da Peter Sellers'a yüklediğimiz komik adam anlamı. Ve fakat sonu çok güzel filmlerdendir. Mutlaka izlenmelidir.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

District 9: Gerçekçi Bir Bilim Kurgu

Hiç yorum yok

Film nefis başlıyor. 30 yıl öncesinden dünyamıza gelen bir uzay gemisi (Johannesburg'a iniyor pek tabi Amerika'ya değil), içinden çıkan uzaylılar ve tabi bu konuyla nasıl başa çıkacağını bilemeyen insanlık.

Belgesel tadında röportajlarla başlayan bir kurgudan 30 yıl boyunca neler olup bittiğini öğreniyoruz. Herşey alışılmışın dışında. Bu uzaylılar hiçte bildiğimiz kafası çok gelişmiş alien'lara benzemiyor. Kabuklular ve böceğe benziyorlar. Bu sebepten insanoğlu onlara karides (prawn) diye bir isim takmış. Ötekileştirmeyi bir tür alt kimlik haline getirip kullanabiliyorlar böylece. Ayrıca çirkinler, güzelleşmekle kafayı bozmuş insanoğlu için ayrıca dışlama sebebi.

Uzaylılar suça meyilli, yasadışı silah satan, ezilen siyahların yerine geçmiş resmen. Kedi maması uyuşturucu metaforu olmuş denebilir. Güçlü olanın izin verdiği kadar yaşayabiliyor karidesler. Bu bakımdan İsrail-Filistin ilişkisine de benzetmek mümkün.

Pek tabi Multi-National United (MNU) merkezimiz var. İnsan-uzaylı ilişkileri bu merkezden çıkan kararlara bağlı. Esas oğlan Wikus Van De Merwe MNU'da çalışıyor. Bir başrol oyuncusunda olmayacak tüm özellikler Wikus'ta var. Sakar, korkak, panik, karizmatik ve yakışlık değil, iddiasız, sıradan. Ve bence en önemlisi süveter giymesi:) Patronun kızıyla evli olması da terfi nedenini açıklıyor. Wikus'u oynayan Sharlto Copley bence harika bir iş çıkarmış. Tam bir anti kahraman.

Filmdeki absürd göndermelerde işin bir başka güzel boyutuydu. İnsan ve uzaylının el ele tutuştuğu heykele bayıldım. Barış mesajları veren ve fakat her fırsatta silah satıp para kazanan insanların yaptığı bir sanat eseri.

Bütçesine bakılırsa efektler gayet iyi kotarılmış filmde. Şiddet ve kandan da kaçılmamış ama bana rahatsızlık vermedi.

Günümüz sinema izleyecesi işlenmemiş bir konusu olmayan ve/veya orijinal olmayan filmleri sevmeme eğiliminde. Nedeni bir pazarlama tekniği olarak bunu bize dayatan Hollywood olsa gerek. Diğer bir deyişle toplumun tüketim açlığından, beklentileri yüksek tutarak faydalanmak.

Bu konuya değinmemin nedeni film için yapılan eleştiriler oldu. Bir filmi ilk defa işlenmiş bir konu değil diye eleştirmek biraz tuhaf. Daha da tuhafı ise filmi mantıksız bulmak olsa gerek. Eğer devamlılık hataları yapmıyorsa, birden bire bu sahne nerden çıktı şimdi dedirtmiyorsa, filmin kendi içindeki kurgusu ve tutarlılığı yeterli olmalı.

District 9 bence bu dengeyi gayet iyi kurarark vermek istediği mesajı vermiş. Klişelerden de bolca faydalanmış evet. Ama klişe demek illa ki kötü olmuş demek değildir. Filmin sonunun tahmin edilebilir olması da kötü anlama gelmez. Fazlaca bu tarz eleştiriler okumaktan sanırım konuyu biraz dağıttım:) Hemen toparlayıp noktayı koymak vazife oldu.

Son olarak Güney Afrika doğumlu genç yönetmen Neill Blomkamp'ın ilk uzun metraj filmi. Daha önce yaptığı kısa filmlerde yine meraklısı olduğu bilim kurgu türünde. Blomkamp'ın 79 doğumlu olduğunu göz önünde bulundurursak eğer gayet erken başlamış bir kariyer. Ve fakat daha sonraları da nefis bilim kurgular izleyeceğimizin mesajını şimdiden aldım.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder