Cuma Şarkısı
sözde yazar
Cuma, Aralık 31, 2010
1966
,
Aftermath
,
I am waiting
,
Mick Jagger
,
Müzik
,
Rolling Stones
,
Rushmore
Hiç yorum yok
Rushmore'u izlerken çaldı... Rolling Stones'un 1966 tarihli Aftermath albümünden I'm Waiting. Gözden kaçırmışım bunca yıldır.
Teşekkürler Wes Anderson :)
The Rolling Stones - I Am Waiting by Library Music
Puslu Kıtalar Atlası
"Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ver erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079, İsa Mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı."
Yukarıdaki cümleyi ilk okuduğumda herhalde bu kitabı anlamam pek mümkün olmayacak dedim kendime. Ve fakat okumaya devam edince fikrim yavaş yavaş değişti. Evet aşina olmadığım ve bilmediğim kelimeler kullanılmıştı. Buna rağmen şaşılacak derecede akıcı bir üslup ve merak uyandıran hikayelerle karşılaştım. Hikayeler diyorum çünkü pek çok karakterin farklı hikayelerini okuyoruz aslında. Bu hikayeler zaman zaman odak noktasından uzaklaşıyormuş hissi yaratsa da bir süre sonra asıl hikaye ile bağlantılı şekilde ilerlemekte. Evet itiraf ediyorum bazen koptuğum noktalar olmadı değil. Soru işaretleri kalsa da sonunda taşlar yerine oturdu. Karakterler üzerinden anlatılan hikayelerin hepsi birbirinden ilginç ve komikti. Detaylıca tasvir edilmiş bu karakterler gözümün önünde tüm o absürdlükleriyle belirince kendimi gülmekten alıkoyamadım doğrusu. Dertli, Vardapet, Hınzıryedi ve Kubelik'in öyküleri harika.
Uzun İhsan Efendi Rendekar'ın söyledikleri hakkında düşünmektedir.
‘Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öylese varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.’
Rendekar aslında Descartes'dan başkası değil.
Uzun İhsan Efendi'nin yemeden, içmeden, çalışmadan nasıl yaşadığını ve geçindiğini merak eden oğlu Bünyamin annesi hakkında da hiçbir şey bilmemektedir. Babasının düşlerinde kendisi için hazırladığı 'Puslu Kıtalar Atlası' ile maceraya çıkacaktır. Çok silik bir karakter olan Bünyamin kahraman olamayacağını bilmektedir. Kimbilir belki de görevi kahraman olmak değildir.
Konstantiniye'de geçen hikayelerde sık sık eski İstanbul'u hayal etmeye çalışabilirsiniz. Galata, Haliç, Tahtelkale ve Topkapısı... Yeri ve zamanı belli olmayan bir kitap aslında. 1681 diye geçiyor tarih ama okurken zaman çok önemli olmuyor. Masal, düş, yaşam, ölüm, uyku, kıyamet, güç, bilim gibi kavramlarla ve hayal edebileceğiniz şekilde betimlenmiş karakterlerle örülü bir rüya alemi. İçinde dilenciler, yeniçeriler, lağımcılar var. Okuyunca hayatınızın kitabı olmayacak elbette. Ama başka bir alemde yaşıyormuşcasına bir hafta geçirdiğimi ve okurken çok eğlendiğimi söyleyebilirim.
Ek olarak, Puslu Kıtalar Atlası kadınsız bir kitap. İçinde kadın karakter barındırıyor evet ama öyle kısa ki. Tıpkı Anaerkil Anadolu uygarlıklarının tanrıçası Kibele gibi tasvir edilmiş olan geniş kalçalı ve bol çocuklu Binbereket ve hüzünlü, masum, şefkatli Aglaya dışında karekter yok.
Kitabın psikolojik analizine şuradan ulaşabilirsiniz.
http://www.ihsanoktayanar.com/resim/mehmetgunes.pdf
Alıntılar:
"ey kör! aç gözünü de düşlerden uyan. simurg'u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör. kaf dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl; böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret. bırak dünyanın haritasını yapmayı! daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy. gülleri ve bülbülleri görmeyip gün boyu evinde oturan adam dünyanın kendisini hiç görebilir mi?"
"Kendime hâkim olabilseydim belki de seni, çoktan içine girdiğim bu maceraya bırakmazdım. Sana olan sevgim biricik oğlumu tehlikeye atmama engel oluyor. Ama bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O'nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş degilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olmadığımın bir göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin de yapmana yolaçmak istemiyorum. Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta, bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun binbir halinden korkma."
"Bilme tutkusu insanları nasıl bir sona sürüklüyor. görmek, duymak, bilmek ve öğrenmek isteyen şu zavallı cerraha gösterilmeyen saygı, sadece karanlığı, soğuğu ve sessizliği algılayan ve hiçliği bilen bir cesede gösteriliyor. onu katleden insanlar evlerine döndüklerinde belki de çocuklarına kubelik'in acı sonunu ibretle anlatacaklar ve bilginin tehlikelerini birer birer sayacaklar."
"...bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmektir. acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. dünyaya olan kayıtsızıkları bazen o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şevkten bir alem kurup keder ve ızdırıp fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlar..."
Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar
sözde yazar
Cuma, Aralık 17, 2010
film
,
Kadın
,
Mujeres al borde de un ataque de "nervios"
,
Pedro Almodóvar
,
Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar
2 yorum
Sinir Krizinin eşiğindeki kadınlar (Mujeres Al Borde Un Atague De Nervios), 1988 yılına ait bir Pedro Almodóvar filmi. Filmde, hikaye hiç eskimeyen kadın-erkek ilişkileri üzerine.
Sevgilisi trafından terkedilen Pepe'nin bir günde başına gelen absürd olayları izliyoruz. Pepe sevgilisi Ivan'ı elinden kaçırmıştır ve film boyunca Ivan'a ulaşmaya çalışır.
Bu canhıraş uğraşı sırasında, sinir krizinin eşiğindeki diğer kadınlara da yardım etmeyi ihmal etmez. Ivan'ın eski karısı zaten bu durumdan muzdarip olup hastaneden çıkmıştır. Delidir ama iyileşmiş taklidi yapabilmiştir. Ivan'ın kekeme oğlu ve onun bakire nişanlısı, Pepe'nın evini kiralamak için gelirler. Bir arkadaşı ise şii teröristleri evinde ağırladığından polislerin peşinde olduğundan emindir. Pepe'ye sığınır. Tüm bu anormal karakterler ve tesadüfler karmaşasında bile soğuk kanlı ve güçlü bir kadındır Pepe. Tüm Almodóvar filmlerindeki kadınlar gibi.
Yol geçen hanına dönen çatı katı dairede, yanmış bir yatak, bozuk telefon, kırık cam, uyuyan bir kadın gibi açıklanamayan olayların üstüne gelen polis de işin içinden çıkamayacaktır.
Almodóvar hikayenin özünü en iyi anlatan ismi, lafı dolandırmadan direk filme vermiş. Filmdeki kırmızı yoğunluğu, dekor, kostümler harika. Oldukça dişi, samimi ve eğlenceli bir film sinir krizinin eşiğindeki kadınlar. Benim gibi absürdlük sevenlerdenseniz izleyin yoksa bulaşmayın.
Filmden Aklımda Kalanlar:
- Erkekler beni kullanıyor ve bunu iş işten geçtikten sonra anlıyorum. Baksana Arap dünyası bana neler yaptı.
- Biraz para biriktirip kendime yeni motosiklet alacağım ve onu terkedeceğim. Motosikleti olan bir kadın neden bir erkeğe ihtiyaç duysun ki?
- Motosikletin dinamiğini anlamak erkekleri anlamaktan daha kolay.
- İki gündür herkes bana hayır diyor. Artık hayır deme sırası bende. HAYIR!
Cuma Şarkısı
sözde yazar
Cuma, Aralık 17, 2010
23
,
Blonde Redhead
,
Elephant Woman
,
Here Sometimes
,
Müzik
,
Not Getting There
,
Penny Sparkle
,
The Dress
Hiç yorum yok
Blonde Redhead, Penny Sparkle adlı son albümünü geçtiğimiz aylarda yayımladı. Son albüm Here Sometimes, Not Getting Theree gibi güzel şarkılar barındırsa da ben eskileri hala daha çok seviyorum. 23, The Dress, Falling Man ve aşağıdan dinleyebileceğiniz Elephant Woman...
Neil Gaiman'dan 'Yeraltı' Edebiyatı
Richard Mayhew, iyi bir işi, güzel bir nişanlısı olan ve Londra'da yaşayan sıradan bir insandır. Nişanlısı Jess (Jessica), Richard'da muazzam bir koca potansiyeli gören ve onu bu yönde şekillendirebileceğine inanan dominant bir kadındır. Mükemmeliyetçi ve kuralcı karakteri Richard'ın tam tersidir. Sanat işleri ile iştigal etse de hayal gücü denen şeyden bihaber güzeller güzeli Jessica'ya sahip olduğu için, Richard kendisinin şanslı olduğunu düşünür.
Bir gün, Jessica'nın tüm itirazlarına rağmen, kaldırımda yatan yaralı bir kıza yardım eden Richard'ın tüm hayatı değişecektir. Aşağı Londra(London Below)'dan gelen Door(Kapı), tüm ailesini kaybetmiştir ve başı beladadır. Acımasız katiller Bay Vandemar ve Bay Croup, evine kadar gelip Richard'ı tehdit etmekten çekinmezler. Bu garip görünüşlü kız, ortaya çıktığı gibi esrarengiz şekilde ortadan kaybolur. Door'un istediği yere kapı açmak gibi bir yeteneği vardır.
Bu olayın hayatına olan etkisini ertesi gün anlayan Richard'ın, hiç kimsenin onu farketmediğini ve görmediğini anlaması uzun sürmez. Banka kartları çalışmaz, taksiler durmaz, iş yerindeki masası yoktur, Jessica onu tanımaz. Tüm bu gelişmelerin sebebi olan Door'un kendisine bu durumu açıklayacağını ve eski hayatını ona geri vereceğini umarak kızı bulmak için harekete geçer. Richard'ın 'gerçek' dünyaya ulaşması için bu ürkütücü ve garip yolculuğa çıkmaktan başka çaresi yoktur.
Fantastik edebiyatın İngiliz yazarı Neil Gaiman'dan Neverwhere, dilimize çevrilen haliyle Yokyer, İthaki Yayınları'ndan mayıs ayında çıktı. Gaiman, hikayeyi ilk önce BBC için dizi senaryosu olarak hazırlamaya başlamış ve fakat memnun kalınca kitaplaştırmaya karar vermiş.
Evsizlerin hayatını anlatmak için yola çıklan hikayede, Londra gibi uzun ve karmaşık bir metro hattına sahip kentin durakları kullanılarak alternatif bir dünya yaratılmış. Aşağı Londra denilen bu dünyaya, metro istasyonları dışında kanalizasyon kapaklarından, tünellerden ve çıkmaz sokaklardan da ulaşılabiliyor.
Bu insanların Yukarı Londra sakinleri tarafından çok dikkatli bakmadıkça görülmemeleri, normalde de evsizlere dikkat etmeyen ve görmeyen biz insanların, sadece görmek istediklerimizi gördüğümüzün bir kanıtı.
Bizim dünyamızın aksine, Aşağı Londra'da feodel yapı devam eder. Kontluk ve beylikler vardır. Alışverişlerinde asla para kullanmayan bu insanlar, takas yolu ile istediklerini alırlar. Her hafta farklı bir yere kurulan, Seyyar Pazarları vardır.
Senaryodan kitaba çevirildiğinden olsa gerek, karakterler detaylıca tasvir edilmiş. Her biri akılda kalıcı ve ilgi çekici. Lady Door, Aşağı Londra'yı bir araya getirerek demokratik bir şekilde yönetmek isteyen Kont Portico'nun kızıdır. Marquis de Carabas ise konta iyilik borcu olan düzenbaz, hırsız ve yalancının tekidir. Asla güvenilmemesi gereken bu karakter Door'un en çok güvendiği adamdır. Avcı, Londra'nın altında yaşayan hayvanı öldürmeyi kendisine takıntı haline getirmiş bir korumadır. İhtiyar Bailey, Lamia, Yılan Kadın, Anasthesia ise kitapta geçen diğer karakterler. Benim içinse -ne kadar iğrenç olurlarsa olsunlar- en eğlenceli olanaları Bay Vandemar ve Bay Croup oldu. Oldukça komikler. Yandaki resim tasvire uygun olsa da ben biraz daha kirli hayal etmiştim doğrusu.
Kitapta kullanılan metro istasyonlarının isimleri, Aşağı Londra'da gerçekliği ile vardır. Örneğin, Earl’s Court (Kont’un sarayı) adlı istasyonda yaşlı kont ve trenine rastlarız. Islington semtinin metro durağı olan Angel, kitapta bir melek olarak karşımıza çıkan Islington'dan başkası değildir. Shepherd's Bush(Çoban Çalılığı) istasyonunda gerçekten çobanlar yaşar ve tehlikelidirler.
Fantastik edebiyat severlerin okuması gereken bir kitap Yokyer. Gotik havası ve karakterleriyle oldukça eğlenceli vakit geçirtir. Belki bir nebze de farkındalık yaratabilir insan bünyesinde.
Hayal Et!
John Winston Ono Lennon (d. 9 Ekim 1940 - ö. 8 Aralık 1980)Dünya barışına inanan, müzikleriyle tarihte yeni bir sayfa açan, hayalperest John Lennon'ın ölümünün üzerinden dün, yani 8 Aralık 2010 itibariyle tam 30 yıl geçti.
40 yaşında bir hayranı tarafından öldürülen yuvarlak gözlüklü, protest ve yetenekli adam gerçekten dünyayı değiştirebileceğini düşünüyordu ve bunun için mücadele etti.
İnsanların Vietnam savaşını sorgulamasını sağladı. Yaşasaydı belki de Irak, Afganistan, Bosna ve Filistin için de mücadele edecekti. Masum insanların ölmesi tamda Lennon'ın isyan ettiği otorite ve sistemden kaynaklanıyordu.
Her geçen gün artan politik tavrını müziğinede yansıtan Lennon, Working Class Hero gibi bir şahaseri bize armağan etti.
Karısı Yoko Ono, John'un hiç yayınlanmamış 10 kadar şarkısını elinde bulunduruyor. Ve dünyanın sanat ortamının buna hazır olduğuna inandığı zamanda bu şarkıları yayınlanacağını söylüyor. Umalım ki beklenen zaman bir an önce gelsin.
The Royal Tenenbaums
sözde yazar
Çarşamba, Aralık 08, 2010
Ben Stiller
,
film
,
Gene Hackman
,
Gwyneth Paltrow
,
sinema
,
Tenenbaum ailesi
,
The Royal Tenenbaums
,
wes anderson
Hiç yorum yok
Basit diye tanımlayabileceğimiz, ayrıntılarda gizli, absürd karakterli filmleri çok seviyorum. Film bitince anlamsız belki ama sakin, dingin ve huzurlu bir ruha kavuşuyoruz yaa işte öyle birşey istediğim aslında. Aman sonu beni şaşırtsın, afallayayım, şok olayım gibi derdim yok. Filmin sonu başından belli olsa da hikaye güzel anlatılmışsa eğer izlemem için yeterli.
2009'un animasyon filmlerinden Fantastic Mr. Fox, tilki olsa da orta yaş bunalımı yaşayan bir aile reisi olarak, dürtüleri sayesinde başına açtığı belaların eğlenceli ve dramatik anlatımıyla ile beni epey eğlendirmişti. Filmin yönetmeni Wes Anderson ile tanışmam bu şekilde oldu ki kendisinin karakterlere ve detaylara çok önem veren bir yönetmen olduğu belliydi. Söz konusu animasyon olsa dahi.
The Royal Tenenbaums 2001 yapımı bir Wes Anderson filmi. Filmle ilgili uzun uzun yazmıyorum. Herkese hitap eden bir film olmadığı kesin. Sevmeniz için yukarıda yazdıklarıma bir miktar katılmanız gerek yoksa sizin için tam bir hayal kırıklığına dönüşebilir.
Kısaca bahsetmek gerekirse, Royal Tenenbaums karısıyla uzun yıllar ayrı yaşamış ama boşanmamıştır. Karısına evlenme teklif edildiğini öğrenince tekrar yuvaya dönmeye karar verir. Sivri dilli, umursamaz karakteri yüzünden çocukları tarafından pek sevilmez.
Richie, Chass ve Margot(evlatlık) çocukken birer dahi olarak tanımlansalar da ilerleyen yaşlarında bu başarılarını sürdüremeyen yalnız ve sorunlu yetişkinlerdir artık.
Yıllar sonra ailenin tekrar bir araya gelmesi üzerine kurgulanmış filmde, bu enterasan karakterlerin hayatına yakından bakarız.
Yukarıda da söylediğim gibi film ayrıntılarda gizli.
Müzikler çok güzel.. Soundtrack albümünde John Lennon, Bob Dylan, The Clash, Nick Drake var mesela. Yine karakterlere özgü temalar söz konusu.
Her karakterin kendine has bir giyim tarzı var ve üst başları çok değişmiyor. En güzeli film boyunca kırmızı adidas eşofmanla dolaşıp, cenazede siyahını giyen Chass ile çocukları Ari ve Uzi olsa gerek. Yine kürk mantolu ve çizgili elbiseli Margot, uzun saçları ve çıkarmadığı saç bandı ile Richie, kovboy tarzı ile Eli... Sanırım 70'ler ekolünden bu kıyafetlerle hepsi stil sahibiydi doğrusu.
Kadro epey geniş. Gene Hackman, Anjelica Huston, Ben Stiller, Gwyneth Paltrow, Luke Wilson, Owen Wilson, Bill Murray ve Danny Glover... Ve kilit adam Kumar Pallana...
Gwyneth Paltrow iyi oynamış, çok beğendim. Kendisinin yine iddiasız birkaç filmi vardır sevdiğim. Duets ve Shallow Hal. Belki de gizli Gwyneth Paltrow hayranıyımdır. Bilemiyorum.
Filmde Gypsy Taxi diye bir olay vardı. Bizdeki korsan taksilere denk olduğunu düşündüm. Eğer gerçekten böyle taksiler varsa...
Bir yönetmen iki film: Anders Thomas Jensen
sözde yazar
Perşembe, Aralık 02, 2010
Adam's Apples
,
Adams æbler
,
Adem'in Elmaları
,
Anders Thomas Jensen
,
Çaylak Kasaplar
,
danimarka
,
De grønne slagtere
,
film
,
Kara Mizah
,
sinema
,
The Green Butchers
Hiç yorum yok
Bu aralar izlemek isteyipte izleyemediğim filmler, okumak isteyipte okuyamadığım kitaplarla boğuşuyorum. Danimarkalı yönetmen Anders Thomas Jensen'in yazıp yönetiği 2 filmini nihayet izledim. Adam's Apples (Adams æbler):
2005 yapımı film Adem'in Elmaları olarak Türkçe'ye çevrilmiş. Eski bir neo-nazi olan Adam hapishaneden çıkınca toplum hizmeti için, Danimarka'nın kırsal bölgesindeki bir kiliseye gönderilir. Kilisenin pederi Ivan, Adam'ı karşılar ve burada kaldığı süre boyunca kendine bir amaç edinmesini söyler. Adam hayatı boyunca hep pasta yapmak istemiş olduğunu söylerken aslında dalga geçse de, peder Ivan için hayatta kötü ve yanlış olan hiçbir şey olmadığından Adam'ı ciddiye alır ve bahçedeki elma ağacına iyi bakmasını ister. Zira o elmalar, Adam'ın elmalı pastası için kullanılacaktır. Pek tabi Adam bu görevi de başlarda ciddiye almaz. Odasına yerleştiğinde ilk işi Hitler'in fotoğrafını duvara asmak ve pederin getirdiği İncil'i bir köşeye fırlatmaktır.
Kilisedeki diğer karakterler ise yaşlı Paul, eski bir tenis oyuncusu, kleptoman ve pedofili Gunnar, uluslararası bir petrol şirketine kafayı takmış, sistemden şikayetçi ve Paki olarak çağrılan Pakistanlı Khalid ve filmin kilit adamı Dr. Kolberg. Sonradan bu ekibe çocuğunun özürlü doğmasından endişe eden alkolik Sarah'da katılır. Khalid karakterinin terörist kılıklı gösterilmesi başta ırkçı bir yaklaşım olarak gözüme batsa da batının doğuya bakışının aslında tamda bu karakter olduğunu söylüyordu yönetmen. Bir neo-nazi ile aynı yerde olması ve sonradan Adam tarafından korunması da değişimin işareti olacaktır.
Zaten fotoğrafa bakınca birbirinden alakasız bu tiplerin birlikte ne yapacağını sorguluyor insan. Fakat karakterler öyle ince işlenmiş ki asla göze batmıyor. Hepsinin bir arada olmasının bir nedeni var. Kader!
Peder Ivan, karısının intihar ettiğini kabullenemez ve yanlışlıkla bir kutu hap içtiğini söyler. Tekerlekli sandalyedeki özürlü oğlunun kendi başına hareket etmesi mümkün değildir ama peder ona normalmiş gibi komutlar verir. Hitler'i tanımaz. Hala içki içip hırsızlık yapan Gunnar'ın tüm günahlarından arındığına emindir. Vaaz sırasında gittiği için yaşlı Paul'ü tuvalete göndermez. Kötü olan hiçbir şeyi görmeyen Ivan'ın, kutsal kitaptaki Job(Eyüp)'un Hikayesinde, Job'un başına gelen musibetlerin Tanrı tarafından yapıldığı açıkça yazılmış olsa da bu hikayede Ivan için kabul edilmezdir. Çünkü kötü olan her şey şeytandan gelir ve şeytan insanı sınar. Tıpkı elma ağacının başına gelenlerde olduğu gibi. Kurtlanan, kargaların yağmaladığı ve üzerine yıldırım düşen elma ağacı, Ivan'a göre şeytanın sınamasıdır. Eğer Adam elmalı pastasını yapamazsa şeytan kazanacaktır.
Adam'ın pasta yapmak dışında kendini adadığı asıl amacı Ivan'a gerçekleri anlatmak olacaktır. Fakat bu sandığı kadar kolay değildir.
The Green Butchers (De grønne slagtere):
Türkçe'ye Çaylak Kasaplar olarak çevrilmiş olan 2003 yapımı film, Anders Thomas Jensen'in ikinci uzun metraj filmi. Aslında Adam's Apples'dan eski olmasına rağmen ben izlediğim sıraya göre yazıyorum.
Svend ve Bjarne adında iki kasap çırağının yeni bir dükkan açmak istemsiyle başlar hikayemiz. Svend kendisini sürekli aşağılayan kasap Holger'dan kurtulmak ve başarılı olmak istemektedir. Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Svend, her zaman aşağılanmış, alay edilmiş bir adamdır. Çok fazla terler, panik olur ve iletişim kurmakta başarılı değildir.
Bjarne içinse nerede bir hayvan öldürdüğünün pek bir önemi yoktur. Yeni doğum yapmış bir zürafayı görmek için hayvanat bahçesine giderken arabayı kullanan ikizi Eigil, önüne çıkan geyiğe çarpmamak için direksiyonu kırdığında, kazadan sağ kurtulan sadece Bjarne, Eigil ve geyiktir. Anne-babasını ve karısını kaybeden Bjarne artık hayvanlardan nefret etmektedir. Gördüğü yerde hayvanları öldürdüğü için polis onu bir kasabın yanına çırak olarak verir ve öldürmek artık mesleği haline gelir.
Yeni kasap dükkanı açılışta pek ilgi çekmez. Bu iki karakterin kaderi Svend'in bir kaza sonucu insan eti satmasıyla değişir. Kapıda kuyruklar oluşur, televizyona çıkarlar. Herkes Svend'in cici tavuğundan ister. Başarıya aç olan Svend için bu bir mucizedir ve bunun devam etmesi gerekmektedir. Artık insanlar kaza sonucu değil, bilerek ve isteyerek derin dondurucuya gönderilir.
Anders Thomas Jensen yine karakterlerde harika işler çıkarmış. Cenaze törenlerinde kilisenin pederine yardım eden Astrid, cesetleri yanarken izlemekten hoşlanan kimsesiz bir kızdır. Kasap Holger, bu iki ahmağın asla başarılı olamayacağını düşündüğünden olayı araştıracaktır. Peder ise bir zamanlar geçirdiği bir uçak kazasında tek sağ kalan insandır ve hayatta kalmak için karısını yemiştir.
Ole Thestrup, The Green Butchers'ta kasap, Adam's Apples'ta Dr.Kolberg rolünde olanlara anlam veremeyen bilirkişi olarak çıkar karşımıza. Bilinçli olmasa da düğümü çözen karakterdir.
Yeni başlangıçlar, absürt karakterler, kilise, peder, mucizeler, dram, değişim ve mutlu sonlar iki filmin ortak özellikleri arasında sayılabilir. Kara mizahın başarılı örnekleri. Aslında dramdır anlatılan ama mutlu eder. Kahkahalar attırmaz belki ama gülümsetir. Türün meraklıları için iki iyi film.
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder