Kompakt Disk Blog

"Dinle, oku, gör: Müzik, kitap, film"

Puslu Kıtalar Atlası

Hiç yorum yok

"Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ver erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079, İsa Mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı."

Yukarıdaki cümleyi ilk okuduğumda herhalde bu kitabı anlamam pek mümkün olmayacak dedim kendime. Ve fakat okumaya devam edince fikrim yavaş yavaş değişti. Evet aşina olmadığım ve bilmediğim kelimeler kullanılmıştı. Buna rağmen şaşılacak derecede akıcı bir üslup ve merak uyandıran hikayelerle karşılaştım. Hikayeler diyorum çünkü pek çok karakterin farklı hikayelerini okuyoruz aslında. Bu hikayeler zaman zaman odak noktasından uzaklaşıyormuş hissi yaratsa da bir süre sonra asıl hikaye ile bağlantılı şekilde ilerlemekte. Evet itiraf ediyorum bazen koptuğum noktalar olmadı değil. Soru işaretleri kalsa da sonunda taşlar yerine oturdu. Karakterler üzerinden anlatılan hikayelerin hepsi birbirinden ilginç ve komikti. Detaylıca tasvir edilmiş bu karakterler gözümün önünde tüm o absürdlükleriyle belirince kendimi gülmekten alıkoyamadım doğrusu. Dertli, Vardapet, Hınzıryedi ve Kubelik'in öyküleri harika.

Uzun İhsan Efendi Rendekar'ın söyledikleri hakkında düşünmektedir.
‘Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öylese varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.’
Rendekar aslında Descartes'dan başkası değil.

Uzun İhsan Efendi'nin yemeden, içmeden, çalışmadan nasıl yaşadığını ve geçindiğini merak eden oğlu Bünyamin annesi hakkında da hiçbir şey bilmemektedir. Babasının düşlerinde kendisi için hazırladığı 'Puslu Kıtalar Atlası' ile maceraya çıkacaktır. Çok silik bir karakter olan Bünyamin kahraman olamayacağını bilmektedir. Kimbilir belki de görevi kahraman olmak değildir.

Konstantiniye'de geçen hikayelerde sık sık eski İstanbul'u hayal etmeye çalışabilirsiniz. Galata, Haliç, Tahtelkale ve Topkapısı... Yeri ve zamanı belli olmayan bir kitap aslında. 1681 diye geçiyor tarih ama okurken zaman çok önemli olmuyor. Masal, düş, yaşam, ölüm, uyku, kıyamet, güç, bilim gibi kavramlarla ve hayal edebileceğiniz şekilde betimlenmiş karakterlerle örülü bir rüya alemi. İçinde dilenciler, yeniçeriler, lağımcılar var. Okuyunca hayatınızın kitabı olmayacak elbette. Ama başka bir alemde yaşıyormuşcasına bir hafta geçirdiğimi ve okurken çok eğlendiğimi söyleyebilirim.

Ek olarak, Puslu Kıtalar Atlası kadınsız bir kitap. İçinde kadın karakter barındırıyor evet ama öyle kısa ki. Tıpkı Anaerkil Anadolu uygarlıklarının tanrıçası Kibele gibi tasvir edilmiş olan geniş kalçalı ve bol çocuklu Binbereket ve hüzünlü, masum, şefkatli Aglaya dışında karekter yok.

Kitabın psikolojik analizine şuradan ulaşabilirsiniz.
http://www.ihsanoktayanar.com/resim/mehmetgunes.pdf

Alıntılar:
"ey kör! aç gözünü de düşlerden uyan. simurg'u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör. kaf dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl; böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret. bırak dünyanın haritasını yapmayı! daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy. gülleri ve bülbülleri görmeyip gün boyu evinde oturan adam dünyanın kendisini hiç görebilir mi?"

"Kendime hâkim olabilseydim belki de seni, çoktan içine girdiğim bu maceraya bırakmazdım. Sana olan sevgim biricik oğlumu tehlikeye atmama engel oluyor. Ama bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O'nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş degilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olmadığımın bir göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin de yapmana yolaçmak istemiyorum. Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta, bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun binbir halinden korkma."

"Bilme tutkusu insanları nasıl bir sona sürüklüyor. görmek, duymak, bilmek ve öğrenmek isteyen şu zavallı cerraha gösterilmeyen saygı, sadece karanlığı, soğuğu ve sessizliği algılayan ve hiçliği bilen bir cesede gösteriliyor. onu katleden insanlar evlerine döndüklerinde belki de çocuklarına kubelik'in acı sonunu ibretle anlatacaklar ve bilginin tehlikelerini birer birer sayacaklar."

"...bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmektir. acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. dünyaya olan kayıtsızıkları bazen o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şevkten bir alem kurup keder ve ızdırıp fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlar..."

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder