Sorun Yaratan Bir Adam: The Bothersome Man
sözde yazar
Pazartesi, Kasım 29, 2010
Den brysomme mannen
,
film
,
Jens Lien
,
norveç
,
oscar
,
Sorun Yaratan Adam
,
The Bothersome Man
,
Trond Fausa Aurvaag
Hiç yorum yok
Ne yenilen yemeklerin tadı var burada, ne sıcak çikolatanın ne de sevişmelerin.
İskandinav ülkeleri hakkında en önemli bilgimiz herhalde yüksek intihar oranlarıdır. Norveç'te yetkililer, denizde ve/veya gölde bulunan cesetlerin çoğunun fermuarının açık bir halde bulunmasını, iyice kafayı çeken Norveçlilerin işemek için kıyıya geldiklerinde ayakta duramayıp suya düşmeleri sonucunda donarak ölmeleri olarak açıklıyor. Eminim o sırada ülkelerinden çıkan metal müzik gruplarını da dinlemeyi ihmal etmiyorlardır.
Bu yalnız ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmış ırkın intihar ve ölümleri, henüz o refah seviyesine ulaşamadığımız için bizim tarafımızdan 'rahat batıyor' şeklinde yorumlanabilir.
Den brysomme mannen (The Bothersome Man) Türkçe'ye Sorun Yaratan Adam olarak çevrilmiş, 2006 yapımı bir Norveç filmi. Yönetmen Jens Lien'in izlediğim ilk filmi.
Filmde İskandinav insanlarının halet-i ruhiyesi çok başarılı anlatılmış. Konusu kısaca şu şekilde: Nereden, neden ve nasıl yola çıktığını bilmediğimiz Andreas (Trond Fausa), otobüsle geldiği, muhtemelen artık kullanılmayan bir petrol ofisinin -ki Norveç petrol zengini bir ülkedir- önünde "Hoş geldin" afişiyle karşılanır. Yaşayacağı daire, giyeceği takım elbiseler ve çalışacağı iş hazırdır. Andreas'a düşen yalnızca kendisine biçilen bu hayatı yaşamaktır. Etraftaki herkes ona çok iyi davranmaktadır. Kız arkadaş edinir(Anne Britt) ve daha büyük bir eve taşınırlar. Artık günleri daha çok sıradanlaşır. Kendisi gibi düşünen Hugo ile tanışana kadar.
Öyle bir dünyadır ki yaşadığı yer, ne kadar içerse içsin sarhoş olamaz, aşık olur fakat anlaşılmaz, kaçmaya çalışır ama başaramaz. Mutsuz olmasına izin verilmeyen bir dünyada yaşıyordur ve bu dünyada ölüme bile yer yoktur. Yanına yaklaşan ve bunu dile getiren kadının da dediği gibi: "Biz mutluyuz Andreas, biz burada mutluyuz."
Kural basittir, sisteme ayak uyduramayan dışlanır.
Film konusuyla olduğu kadar sahneleri ile de beni büyüledi. Beklenmedik yerlerde beklenmedik sertlikte sahneler vardı. Aşk acısıyla bağdaştırabileceğimiz bir tren sahnesi vardı ki uzun süre unutamayacağım nitelikte, özellikle sonundaki yürüyüş ile. Yine tren garında mekanik bir şekilde öpüşen çift, intihar etmiş bir adam...
Bu tek tip insanların gördüklerinde rahatsız olacakları olayları görmezden gelmesi ve hiçbir şey yokmuş gibi davranmaları insanı çıldırtabilir. Duygusuzluk, duyarsızlık hat safhada.
Konusu itibari ile sevdiğim filmlerden olan Truman Show'a benzerlik gösterse de, sanırım ben The Bothersome Man'i tercih ederim. Ticari kaygıdan uzak, anlatmak istediğini vurucu bir şekilde anlatan, bunu yaparken de seyirciyi rahatsız eden bir film The Bothersome Man.
Cuma Şarkısı
Uzun zamandır kendimi yeni çıkan albümlere verdiğimden eski güzel şarkıları ihmal etmişim. Metroda mp3 çalarıma eklemiş olduğum (kimbilir ne zaman ekledim ve üstüne üstlük unuttum, sanki başkası eklemiş gibi şaşırdım) Me and Bobby Mcgee birden çalmaya başladı ve içimi bir mutluluk kapladı, eskilere gittim. Yanlış anlaşılmasın Janis Joplin'in ölümünden 10 küsür yıl sonra doğdum, aynı dönemden değiliz elbette.
Me and Bobby McGee tamamlayamadığı Pearl albümünden son şarkısı diyebiliriz. Ve yarından itibaren Janis'le aynı yaşta olacağız. Hüzünlü bir mutluluk gelsin, bu şirin kadından...
Bir intikam hikayesi: Dead Man's Shoes
sözde yazar
Pazartesi, Kasım 22, 2010
Dead Man's Shoes
,
film
,
ingiltere
,
intikam
,
Paddy Considine
,
Shane Meadows
,
this is england
Hiç yorum yok
Shane Meadows. This is England filmiyle tanıdığım yönetmenin izlediğim ikinci filmi oldu Dead Man's Shoes. Paddy Considine ise filmde hem senarist hem de başrol oyuncusu Richard olarak gayet başarılı.
İngiltere'nin küçük bir kasabasında, kasabayla orantılı küçüklükte 6-7 kişilik bir çete, uyuşturucu ticareti ve bir takım kirli işlerle uğraşmaktadır. Aslında tek tek ele alındıklarında ödlek diye nitelendirebileceğimiz bu tipler, bir araya geldiklerinde kendilerince eğlenceli bir takım uyuşturucu, içki ve kadın eksenli toplantılar düzenlerler. Topluluk içinde güçsüz olanı ezme, dalga geçme ve böylece kendini yüceltme duyguları içinde, bir takım ayak işlerinde de kullandıkları zeka özürlü Anthony (Toby Kebbell) ile zalimce alay ederler, çaresizliği ile eğlenirler ve her türlü eziyeti yaparlar.
Zavallı Anthony'nin orduya katılan abisi Richard'dan başka kimsesi yoktur. Bu olaylardan birkaç yıl sonra abi Richard intikam almak için kasabaya dönecektir. Richard tam bir ölüm makinası ve soğukkanlı bir katildir. Shane Meadows'un orduya ve savaşa yönelik eleştirel bakışını This is England'dan biliyorum.
Öldürmek için eğitim alan askerler ve savaşın sebep olduğu en kötü hadise şiddeti ve eziyeti kanıksamak olsa gerek. Grup içinde Anthony'ye eziyet etmeyen ve başına gelenlere üzülen bir kişi olsa da tüm bu olanlara seyirci kalarak aslında yaşadığımız toplumu temsil etmiyor mu? İnsanlık dışı bulduğumuz olaylarla yaşıyoruz ve en kötüsü buna alıştık. Şaşırmak, hayret etmek gibi duygular da pek kalmıyor sanki. Doğal karşılayabiliyoruz herşeyi.
Filmi izlerken de bu küçük çeteye üzülmekten ve intikam alan Richard'ın kanlı eylemlerini gizli gizli desteklemekten kendimizi alamıyoruz.
Siyah-beyaz flashback'lerle yaşananları göz önüne seren yönetmen bu sahneleri desteklediği müzik seçimlerinde gayet iyi bir iş çıkarmış.
Film finaliyle yürek burkuyor. Richard'ın Anthony'den utandığını itiraf etmesi, hepimizin içinde olduğu diğer bir durumu da gün yüzüne çıkarıyor. Eksik, çirkin ve aciz olanı kabul edememe ve görmezden gelme.
Filmden geriye bir çocuk masumiyetindeki Anthony'nin kusurlarıyla alay edip kendini iyi hisseden bir avuç gerçek zavallının hikayesi kalıyor.
Basit ama çok sağlam bir film Dead Man Shoes.
El secreto de sus ojos
2009 yapımı "El secreto de sus ojos (The Secret in Their Eyes)" ülkemizde "Gözlerindeki Sır" olarak gösterime girmiş. Arjantin - İspanya ortak yapımı filmin yönetmeni Juan José Campanella.
Film aynı karakterler üzerine dönen iki ayrı dönemde geçmekte. Esas oğlan Benjamin Esposito hukuk bürosunda çalışan evrak işleriyle uğraşan bir memurdur. 1974 yılında yaşanan bir tecavüz ve cinayetin incelenmesi için olay yerine gönderilen Esposito, olaydan epeyce etkilenecektir. Yasalarda ki çapıklıklar, el altından yürütülen kirli politik işler sürüp giderken, bir kadının tecavüz edilip ölüdürülmesi ve sadece katilin yakalanmasını isteyen kocasının dramı açıkcası kimsenin umrumda değildir.
Espesito, aslında tam da geride kalan kocanın karısına olan aşkından etkilenir ve olayın çözülmesi için yardım eder. Katilin kim olduğunu da bulurlar ve fakat yakalamaları biraz zahmetli olacaktır.
Sonunda yakalarlar yakalamasına ama katil devlet tarafından kirli işlerini yaptırmak üzere serbest bırakılmış, üstüne üstlük silahlandırılmıştır. Bu olayın sonunda savcıya giden Espesito ve amiri Irene bu sisteme karşı koyamayacaklarını anlarlar. Bir kadına tecavüz edip öldüren adam dışarıdadır ve bu çok doğal görülecektir.
Devletin bu adi suçluları kendi pis işleri için kullanması bize de çok uzak değil. Devlet adına muhbirlik yapanlar, cinayet işleyenler ve devletin etkisiz hale getirmek istediği ideolojilere zarar verenler salınıverir. Ön kapıdan girip arka kapıdan çıkarılan suçlular.
Diğer dönem ise 1999 yılı. Esposito emekli olmuştur, yalnızdır ve bir türlü unutamadığı bu hikayeyi kitaplaştırmak ister. Ama parçalar eksiktir, bir kere olayın sonunu bilmemektedir.
Espesito hikayeyi tamamlamak için, 25 yıllık kayıp zamanda neler oluğunu öğrenmek zorundadır. Bunu araştırırken kendi kayıp 25 yılı ile de yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Aşk, dram, gizem, arkadaşlık, intikam, gerilim, tutku ve politika filmin ana başlıkları diyebiliriz. Tutku bu saydıklarım içinde en önemlisi bittabi.
Heneke'nin White Ribbon'u ve A Prophet gibi güçlü rakipleri de geride bırakakarak, en iyi yabancı film dalında Oscar'a layık görülen The Secret in Their Eyes kurgusu, abartısız anlatımıyla benim kalbimi çaldı.
Filmden alıntıdır:
Bir erkek her şeyini değiştirebilir. yüzünü, evini, ailesini, kız arkadaşını, dinini, tanrısını... yine de değiştiremeyeceği bir şey var benjamin. tutkularını değiştiremez!
Heberler Başlıyor!
Heberler Türkmax'te hafta içi her gün 19:45'te yayınlanmakta. Levent Kazak'ın yazıp yönettiği Heberler'de kadro Mehmet Ali Alabora, Serhat Mustafa Kılıç ve Mahir İpek'ten oluşuyor. Mehmet Ali Alabora (Sivgili Mimiit) anchorman, Serhat Mustafa Kılıç spor spikeri ve Mahir İpek'te muhabir. Serhat Kılıç Heberler'in dış sesi aynı zamanda. Çok yetenekli, sırf kendisi için izlettirebilir programı o derece.
Günümüzde haber kanallarının sayısı epey fazla. Her akşam aynı konu sanki anlaşmışlar gibi her kanalda tartışılmakta. Yorumcular desen dizi oyuncularından daha popüler artık. Dizi izleyenleri aşağılayan zihniyet her akşam bu tartışma programlarını izliyor en nihayetinde. Sanki haber kanallarını izlemek bireyi entellektüel ve diğerlerinden üstün yaparmış gibi bir hava estiriliyor. Neticede o kanal da reyting sistemine bağlı reklamla geçinen ve belli kişilerin kontrolünde... Televizyon izliyosun iyisi, kötüsü nedir ayrıca. Eğlence kutusu değil midir?
Haberlerde de televizyon bize ne verirse onu izlemek zorundayız. Seçtikleri haberleri duyurup duyurmamak haber müdürlerinin insiyatifinde. Çok yönlü haber almak istiyorsak internet şart.
"Heberler" klişe olan tüm haber stüdyosu durumlarıyla bir güzel dalgasını geçiyor. Kinayeli haberler bazen siyasi mesaj veren heberlere de dönüşebiliyor. Taşı gediğine koymaktan çekinmiyor.
Programın kendisi kadar kapanışları da güzel. Haberler bitince stüdyo ışıkları kararır ve jenerik akarken, ortamda hummmalı toplanma çalışması başlar ya Heberler ekibi bu bölümde oldukça rahatlıyor. Dün fotoğraf çektiriyolardı mesela:)
Şöyle bir facebook sayfası varmış, eklenen videoları izleyebilirsiniz. http://www.facebook.com/heberler
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder